Arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar! Yanisi, kadınlar, bacılar, ablalar; ben buraya Muzır Neşriyat Kurulu’nu övmeye değil, gömmeye geldim!
Oh be, Türkiye’de iyi şeyler de olabiliyormuş. Henüz duymamış olanlara, müjdeyi buradan verelim: Gazeteci ve araştırmacı Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü, 2001 yılından beri TCK’nın 426. maddesinden yargılandığı mahkemeden alnının akıyla, aslanlar gibi çıkmış bulunuyor.
Yayınlandığı tarihten beri kitaplığımın güzide parçalarından biri ve gayetten başarılı bir eser olan Kadın Argosu Sözlüğü’nün yargılandığı madde, porno yayınlara uygulanan madde ve Bingölçe’yi, ‘toplumu yayın yoluyla tahrik etmek, cinsel arzularını uyarmak’la suçluyordu: ‘Argodan sözlük olmaz. Bu sözlük Türk kadınının uluslararası camiada almayı hak ettiği yeri almasını engelliyor.’
Valla bazı Türk kadınları da -mesela bendeniz- neyi hak edip etmediklerinin, nasıl davranmaları gerektiğini birtakım aşırı muhafazakár adamlar tarafından belirleniyor olmasından o kadar rahatsız ki mevzubahis sözlüğün muhtelif maddelerini sıradan saydırmamak için kendini zor tutuyor.
Haftalık dergisinde, Bingölçe’nin konuyla ilgili bir röportajı bulunuyor. Emel Lakşe imzalı haberde Bingölçe, son derece haklı itirazlarını dile getiriyor:
F.B.- Bu bilimsel bir çalışma, bir sözlük... Cinsel organ adlandırmalarının ilk yazılışı Türkçe’nin ilk sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk’tedir. Bir imha söz konusu olacaksa oradan başlayacaksınız o zaman. Bunun yanı sıra ansiklopedilerde, Hulki Aktunç’un, Ferit Develioğlu’nun argo sözlüklerinde var bunlar. Hepsinde adım adım gelmiş yani.
E.L.- Peki o zaman kabak niye sizin kitabınızın başında patladı?
F.B.- Bilmiyorum, aslında belki kadın ayrımcılığı filan.
E.L.- Argonun erkeğe özgü bir alan olduğu fikri geçerli mi sizce, kadınların argo kullanması yadırganıyor belki de...
F.B.: Temenniler, öyle görmek istemeler beni ilgilendirmiyor. Ben gerçekçi bir yaklaşımla bir olguyu tespit ediyorum. Öyle görmek isteyenlerin dar kafalarıyla bakmıyorum dünyaya. Ve böyle de bakmamak gerektiğini düşünüyorum. ‘Kadın şudur, tayyör giyer, böyledir; türban takar, şöyledir...’ Bu tanımlamaların dışında gerçek bir kadın var aslına bakarsanız. Böyle baktığınızda da gözlerini kapatıp ‘Görmek istemiyorum’ yapabilirler. Bu onların problemi, zavallılar!
Hay ağzınıza sağlık, ne denir?
Bununla gurur duymadığım gibi, bundan hiiiç mi hiç de utanmıyorum: Şahsen, eni konu ağzı bozuk bir tipimdir. Tanıdığım birçok kadın da öyledir.
Kız kolejindeyken döndürdüğümüz muhabbetler, kulak kabartan nice errrkek vatan evladına pesss dedirtmiştir.
Katılmayanlar olabilir, saygı da duyarım ancak naçizane fikrimce argo, bir lisanın fevkaláde esprili, rahatlatıcı ve yaratıcı dinamiklerindendir.
Sevmeyen kullanmasın, beğenmeyen küfürbaz kadınlar la münasebete girmesin... Ama yani, Allah aşkına, şu ‘kadının ağzına yakışmıyor’ geyiğine artık bir son verilsin.
Bize yakışmıyor da size niye yakışıyor abicim? Erkeksiniz diye mazeretiniz mi var?
Vallahi, ben de derim ki: Bir arkadaşımın, nüktedan meşrepli, haza İstanbul hanımefendisi, muhterem anneannesinin hep tekrarladığı şahane bir söz var: ‘Mazeret ve popo herkeste bulunur.’
Küfürbazlığın şimdiki zıpçıktı feministlere has bir şey olduğunu zannedenlere de ayrıca duyrulur: O yaşlı hanımefendi, popo yerine, Can Yücel’in málûm mahkemesinde, şiirinde kullandığı için yargılandığı kelimeyi kullanarak sarf ediyor bu cümleyi.
Bak sen şu işe... Argodan sözlük, küfürbazdan kadın olmazdı? Buna ne buyrulur?
Sadece Allah’larından değil mahkemelerinden de bulsunlar
Yine arkadaşların ağır aşağılamalarına maruz kaldım. Hep kalırım... Müstehaktır benim gibi yufka böreği-içli köfte tabiatlı bir serseme... Buyrun, siz de geçin dalganızı: İki gündür, Saddam Hüseyin’in o feleğin sillesini yemiş, melül sokak köpeği bakışları gözümün önünden gitmiyor. Tarihin en zalim diktatörlerinden biri olduğunu mıh gibi bildiğim hálde, adamın bakışları içime dokunuyor.
Şili’nin zalimi Augusto Pinochet tutuklandığında da; ‘Yazık ya, yaşlı başlı da adam’ filan diyecek olmuştum, az daha dayak yiyordum.
Tamam, elbette ki beter olsunlar. Sadece Allah’larından değil, mahkemelerinden de bulsunlar. Ne dünyada, ne ahrette bir gün yüzü daha görmesinler, bir tek huzurlu uyku uyuyamasınlar. Ayrı...
Onu demiyorum. Sadece dünyada bu düşmüş diktatörlerin, düşmüş ifadeleri kadar hazin pek az şey olduğunu düşünüyorum.
Bir ömür boyu Tanrı olduğun sanrısıyla yaşayıp öyle davranıyorsun. Kurduğun korku imparatorluğunda yaşamak zorunda kalan zavallıları, sana Tanrı muamelesi çekmek zorunda bırakıyorsun.
Fakat Tanrı katı, epey yukarılarda bir yerdedir ve O düşmez. Sense kendini Tanrı sanan, halkın kırılırken yan gelip yatan bir Ortadoğu öküzüsün, gün gelip devran dönünce, háliyle düşüyorsun.
Ve ne kadar efelenirsen efelen, mahkemelerde... O güya vakur duruşun arkasında, başına gelenlere inanamayan, yorgun, bezgin, mağlup biri var. Korkuyla müşerref olmuşsun, deli gibi korkuyorsun. Gözlerinden okunuyor işte...
Baba’nın ölümü
Lee Marvin O’nun için; ‘O’na bayılıyorum’ demişti; ‘Kötü performansını hiç görmedim, nispeten daha az iyi oldukları vardır belki.’
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi aktörlerinden biri, belki de en iyisi olan, güzellikten yana Yunan tanrılarının heykellerine taş çıkartan Marlon Brando, 80 yaşında hayatını yitirdi. Oscar reddetmişliği vardı ama aktörlüğü ve Hollywood’u reddedemedi. Her zamanki nüktedan üslubuyla kendisi açıklamıştı bunun sebebini: ‘Hollywood’da bulunmamın tek nedeni, parayı geri çevirebilecek ahláki değerlerden ve cesaretten yoksun olmam. Aktörlük nörotik bir dürtüdür. Serserilere mahsus bir hayat... Aktörlüğün bana kazandırdığı en önemli şey de psikoanaliz faturalarını ödeyecek para olmuştur.’
Allah’ın cezası, zor bir adam olarak nam salmıştı. Bu konuda; ‘Bazen rol yapıyorum ve insanlar beni duyarsız sanıyorlar. Bu benim gardım, bir tür kalkan, çünkü aslında aşırı duyarlıyım. Bir odanın içinde 200 kişi varsa ve bunların içinden biri bile benden hoşlanmasa, kalkıp o odayı terk etmem gerekir’ demişti.
Marlon Brando, veciz bir şahsiyetti. Vaktiyle Frank Sinatra’yı; ‘öldüğü zaman cennete gittiğinde, kendisini kel yaptığı için Tanrı’nın canına okuyacak tipte bir herif’ olarak nitelendirmişti.
Eh, Marlon Brando da cennete gittiğinde, kendisini son yıllarında şişman kıldığı için Tanrı’nın canına okur belki. Öyle sıkı ve belalı biriydi.
Fakat cennetin bütün hurileri Marlon Brando için şimdiden sıraya girmişlerdir , orası kesin...
Ben müsaadenizle, bu dünyada kalmış kadınlar adına, dizlerimi döve döve bir ağıt yakmak isterim: GİTTTTİİİİ!
28 Kasım 2010 Pazar
Akil kadınlar
Aramızda Türkiye ve Yunanistan'daki etkili kadın örgütlerinden temsilciler var. Yorgo Papandreu'nun Liani uğruna terk ettiği eşi Margerita Papandreu da aramızda.
Aslında bu girişimin fikir anası, Margerita Papandreu. Bir yıl önce gazeteci Zeynep Oral ile el ele verip iki halk arasında kadın diyoloğunu güçlendirmek için kolları sıvıyorlar.
Amaç, Ege'nin iki yakasında barış kültürünü yeşertmek.
Sadece kadın bakışının fark edebileceği iletişim köprülerini keşfetmek ve hayata geçirmek.
Dün sabah Türk kadınının temsilcilerinden oluşan 15 kişilik Türk kadın grubuyla Ege'nin karşı kıyısına açılıyoruz.
İyi niyetliyiz, hem de iddialı.
Ama hiç de kolay olmayan bir işe soyunduğumuzun herkes farkında.
Üstelik Ege, yine huzursuz.
* * *
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarda, üçüncü taraflar ne zaman çözüm diye bastırsalar, Atina kriz politikalarını devreye sokuveriyor.
Kâh hava sahası ihlalleri, kâh Kıbrıs, kâh Türkiye'nin Yunan topraklarına göz diktiği iddialarıyla...
Hele birileri çıkıp da, Türklerin haklarından söz etse, sorunları adil biçimde çözmekten dem vursa, kriz iyice tırmandırılıyor.
İşte bu kriz de, ABD'nin Kıbrıs konusunda Türk tezlerini ciddiye almaya başladığı bu döneme rastlıyor.
Ayrıca, Avrupa'da artık Yunanistan'ın Türkiye ile ilişkilerin önünü tıkamasından rahatsızlık sesleri yükseliyor.
Bu yüzden Atina, bir ay önce meydana gelen bir olayı, bir ay gizli tuttuktan sonra açıklıyor. Ve yeni bir kriz tırmandırarak, Türkiye'nin kendisinden toprak talep ettiği iddiasını uluslararası kamuoyuna kanıtlamak ve politikalarında haklı olduğunu göstermek istiyor.
* * *
Olay, 26 Mart'ta Ankara'daki Yunan Maslahatgüzarı'nın Ege'de Türk uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla Türk Dışişleri'ne gitmesiyle başlıyor.
Bunun üzerine, Maslahatgüzar'ın muhatap olduğu Türk diplomat, ‘‘Yunan helikopterleri de aidiyetleri belli olmayan dört adacık üzerinde uçuyor’’ diyor.
Yunanistan'ın bu tavrının oldu bitti olarak değerlendirildiğini, Türkiye'nin de bundan sıkıntı duyduğunu söylüyor.
İşte bu olay, Yunan Dışişleri tarafından pazartesi günü Lüksemburg'ta yapılan Avrupa Konseyi Toplantısı'na getiriliyor. Ve üç gündür Yunan medyası Türkiye'nin yayılmacı emellerinden söz ediyor.
* * *
Krizler taktik hesaplarda işe yarasa da, halkları birbirine düşman etmenin bedeli, her türlü kazançtan daha ağır oluyor. Asırlık düşmanlıklar, beklenmedik zamanlarda toplumsal bilince taşınabiliyor.
Sinirlensek de, sesimizi yükseltsek de, en savunmasız anlarda bir cümlecikle akrep gibi sokarak öldürücü darbeler indirmeye çalışsak da, biz kadınlar şiddet dışı çözümlerin ustasıyız.
İşte bu iddiayla iki gün Kos'ta, sonra da iki gün Bodrum'da masaya oturup çalışacağız.
‘‘Akil adamları’’nı bir araya getirmeyi deneyip de başaramayan iki toplumun, ‘‘akil kadınları’’ da var.
Biz onları bulup çıkartacağız.
Aslında bu girişimin fikir anası, Margerita Papandreu. Bir yıl önce gazeteci Zeynep Oral ile el ele verip iki halk arasında kadın diyoloğunu güçlendirmek için kolları sıvıyorlar.
Amaç, Ege'nin iki yakasında barış kültürünü yeşertmek.
Sadece kadın bakışının fark edebileceği iletişim köprülerini keşfetmek ve hayata geçirmek.
Dün sabah Türk kadınının temsilcilerinden oluşan 15 kişilik Türk kadın grubuyla Ege'nin karşı kıyısına açılıyoruz.
İyi niyetliyiz, hem de iddialı.
Ama hiç de kolay olmayan bir işe soyunduğumuzun herkes farkında.
Üstelik Ege, yine huzursuz.
* * *
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarda, üçüncü taraflar ne zaman çözüm diye bastırsalar, Atina kriz politikalarını devreye sokuveriyor.
Kâh hava sahası ihlalleri, kâh Kıbrıs, kâh Türkiye'nin Yunan topraklarına göz diktiği iddialarıyla...
Hele birileri çıkıp da, Türklerin haklarından söz etse, sorunları adil biçimde çözmekten dem vursa, kriz iyice tırmandırılıyor.
İşte bu kriz de, ABD'nin Kıbrıs konusunda Türk tezlerini ciddiye almaya başladığı bu döneme rastlıyor.
Ayrıca, Avrupa'da artık Yunanistan'ın Türkiye ile ilişkilerin önünü tıkamasından rahatsızlık sesleri yükseliyor.
Bu yüzden Atina, bir ay önce meydana gelen bir olayı, bir ay gizli tuttuktan sonra açıklıyor. Ve yeni bir kriz tırmandırarak, Türkiye'nin kendisinden toprak talep ettiği iddiasını uluslararası kamuoyuna kanıtlamak ve politikalarında haklı olduğunu göstermek istiyor.
* * *
Olay, 26 Mart'ta Ankara'daki Yunan Maslahatgüzarı'nın Ege'de Türk uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla Türk Dışişleri'ne gitmesiyle başlıyor.
Bunun üzerine, Maslahatgüzar'ın muhatap olduğu Türk diplomat, ‘‘Yunan helikopterleri de aidiyetleri belli olmayan dört adacık üzerinde uçuyor’’ diyor.
Yunanistan'ın bu tavrının oldu bitti olarak değerlendirildiğini, Türkiye'nin de bundan sıkıntı duyduğunu söylüyor.
İşte bu olay, Yunan Dışişleri tarafından pazartesi günü Lüksemburg'ta yapılan Avrupa Konseyi Toplantısı'na getiriliyor. Ve üç gündür Yunan medyası Türkiye'nin yayılmacı emellerinden söz ediyor.
* * *
Krizler taktik hesaplarda işe yarasa da, halkları birbirine düşman etmenin bedeli, her türlü kazançtan daha ağır oluyor. Asırlık düşmanlıklar, beklenmedik zamanlarda toplumsal bilince taşınabiliyor.
Sinirlensek de, sesimizi yükseltsek de, en savunmasız anlarda bir cümlecikle akrep gibi sokarak öldürücü darbeler indirmeye çalışsak da, biz kadınlar şiddet dışı çözümlerin ustasıyız.
İşte bu iddiayla iki gün Kos'ta, sonra da iki gün Bodrum'da masaya oturup çalışacağız.
‘‘Akil adamları’’nı bir araya getirmeyi deneyip de başaramayan iki toplumun, ‘‘akil kadınları’’ da var.
Biz onları bulup çıkartacağız.
Anadolu'nun renkli kadını
Yüzyıllardır Anadolu'da kadınlar ilk bakışta arka planda kalmıştır. Ama dikkat edildiğinde, toplumdaki konumu çok büyüktür. Kadının çok renkliliği ve ruh zenginliği Anadolu kültürüne yansımıştır. Bu yansıma hala günümüzde görülmektedir. Bu izlerin ilerki senelerde de görüleceğinden eminim. Bunun nedeni ise bahsedildiği gibi kadının renkliliğinden ve zenginliğinden kaynaklanmaktadır.
TILSIM VE MUSKA
Anadolu'da tılsım ve muskaya sadece Türk kültüründe değil Anadolu'nun tüm medeniyetlerinde rastlanmaktadır. Tılsım ve muska, kötülüklerden uzak kalmak ve bir tür savunma, kendini rahatlatma yöntemi olarak kullanılmıştır. Tüm kültürlerde de farklı biçimler ve formlar almıştır.Bu farklı form ve biçimleri alarak, günümüze, modernizmle birliştirerek bu seneki koleksiyonumda kumaş desenleri olarak kullandım.
Bu desenleri renklendirirken Anadolu kadınının renkliliğini de kumaşlarda vurguladım. Turkuvaz, kobalt, turuncu, kırmızı, toprak tonları ve siyah. Bu renklere Anadolu yaşamında rastlanmaktadır. Modellerin etniklik unsurunu da göz önünde bulundurarak çok giyimli olmasına özen gösterdim. kıyafetlerin çok giyimli olmasının sebebi, Anadolu kadınının renkliliğini ve zenginliğini günümüz modern Türk kadınına giydirmeye çalışılmasıydı. Böylelikle günümüz Türk kadını, çağımızın modernizmini kullanarak yaşamış olduğumuz Anadolu topraklarının zenginliğini taşımış ve bir sentez yaratılmış olacaktır.
TILSIM VE MUSKA
Anadolu'da tılsım ve muskaya sadece Türk kültüründe değil Anadolu'nun tüm medeniyetlerinde rastlanmaktadır. Tılsım ve muska, kötülüklerden uzak kalmak ve bir tür savunma, kendini rahatlatma yöntemi olarak kullanılmıştır. Tüm kültürlerde de farklı biçimler ve formlar almıştır.Bu farklı form ve biçimleri alarak, günümüze, modernizmle birliştirerek bu seneki koleksiyonumda kumaş desenleri olarak kullandım.
Bu desenleri renklendirirken Anadolu kadınının renkliliğini de kumaşlarda vurguladım. Turkuvaz, kobalt, turuncu, kırmızı, toprak tonları ve siyah. Bu renklere Anadolu yaşamında rastlanmaktadır. Modellerin etniklik unsurunu da göz önünde bulundurarak çok giyimli olmasına özen gösterdim. kıyafetlerin çok giyimli olmasının sebebi, Anadolu kadınının renkliliğini ve zenginliğini günümüz modern Türk kadınına giydirmeye çalışılmasıydı. Böylelikle günümüz Türk kadını, çağımızın modernizmini kullanarak yaşamış olduğumuz Anadolu topraklarının zenginliğini taşımış ve bir sentez yaratılmış olacaktır.
Kadın artık mükellef oluyor
8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yayınlanan yazımızda, ‘‘Aile reisi beyanı nedeniyle kadınların, kendilerine verilen tek vergi numaralarını kullanamayacaklarını, çünkü gelirlerinin kocaları tarafından beyan edildiğini, halbuki ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş kadının, mali sorumluluğunu da alması gerektiğini ve kendi gelirlerini kendilerinin beyan etmesinin gereğini’’ ileri sürmüştük. Aile Reisi Beyanı, vergi cetvelindeki ‘‘müterakkilik’’ nedeniyle, gelirleri birleşen eşlerin daha yüksek vergi oranlarından vergilendirilmesine ve evlilik kurumunun vergi yoluyla cezalandırılmasına neden olmaktaydı.
SAYGIN'IN ADIMI
Yazımız kamuoyunda ilgi gördü. Özellikle Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın, konuyla hemen ilgilendi. Kadının gelirlerini kendi beyan etmesi yönünde meclis komisyonunda bulunan vergi reform tasarısında gerekli girişimlerin yapıldığı, Bakanlık yazısı ile bize bildirildi. Meclis Komisyonunda da kabul görerek, kadının kendi gelirini kendi beyan etmesi ilkesi kabul edildi. Aile Reisi Beyanı kaldırılacak.
TBMM Genel Kurulu'na gönderilen tasarı, eğer komisyondan geçtiği gibi kanunlaşırsa, 1998 yılı gelirlerinin beyan edileceği 1999 Mart'ında kadınlar, kendi gelirlerini kendileri beyan edecek, vergilerini kendileri ödeyecekler. Tek vergi numaraların kullanabilecekler.
Paramı çekip silah mı alayım?
AGAH AFİF (FATİH): Emekliyim. Yıllardır biriktirdiğim her şeyi satarak bankaya yatırdım. Ayda 100 milyon faiz alıyorum. Onunla geçiniyorum. Mülkiyeti bana ait evde oğlum oturuyor. Şimde ben beyanname ve vergi verecek miyim? Vereceksem, parayı çekip yine altın, küpe, silah, döviz vb. şeyler mi alayım?
Oğlunuz kira ödemiyor ise, bu nedenle beyanname vermeyeceksiniz. Ödüyor ise ve yılda 41 milyon 400 bini aşıyor ise, vermeniz gerekir. Ayda 100 milyon lira faiz, yılda 1 milyar 200 milyon lira net yapar, bu miktarın brütü de beyan sınırı altında kaldığından faiz geliriniz nedeniyle de beyan vermeyeceksiniz. Altın, küpe, döviz gibi yatırım araçlarından birini tercih size kalmış. Ama silahın yatırım aracı olduğunu ilk kez duyuyorum. Silah fiyatlarındaki yıllık getirinin, diğer yatırım araçları ile mukayesesini de bu nedenle yapamıyorum. Getirisi yüksek bile olsa, emniyetçe yakalandığı zaman el konulacağı ve ceza göreceğiniz için yatırım aracı olarak öneremiyoruz.
SAYGIN'IN ADIMI
Yazımız kamuoyunda ilgi gördü. Özellikle Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın, konuyla hemen ilgilendi. Kadının gelirlerini kendi beyan etmesi yönünde meclis komisyonunda bulunan vergi reform tasarısında gerekli girişimlerin yapıldığı, Bakanlık yazısı ile bize bildirildi. Meclis Komisyonunda da kabul görerek, kadının kendi gelirini kendi beyan etmesi ilkesi kabul edildi. Aile Reisi Beyanı kaldırılacak.
TBMM Genel Kurulu'na gönderilen tasarı, eğer komisyondan geçtiği gibi kanunlaşırsa, 1998 yılı gelirlerinin beyan edileceği 1999 Mart'ında kadınlar, kendi gelirlerini kendileri beyan edecek, vergilerini kendileri ödeyecekler. Tek vergi numaraların kullanabilecekler.
Paramı çekip silah mı alayım?
AGAH AFİF (FATİH): Emekliyim. Yıllardır biriktirdiğim her şeyi satarak bankaya yatırdım. Ayda 100 milyon faiz alıyorum. Onunla geçiniyorum. Mülkiyeti bana ait evde oğlum oturuyor. Şimde ben beyanname ve vergi verecek miyim? Vereceksem, parayı çekip yine altın, küpe, silah, döviz vb. şeyler mi alayım?
Oğlunuz kira ödemiyor ise, bu nedenle beyanname vermeyeceksiniz. Ödüyor ise ve yılda 41 milyon 400 bini aşıyor ise, vermeniz gerekir. Ayda 100 milyon lira faiz, yılda 1 milyar 200 milyon lira net yapar, bu miktarın brütü de beyan sınırı altında kaldığından faiz geliriniz nedeniyle de beyan vermeyeceksiniz. Altın, küpe, döviz gibi yatırım araçlarından birini tercih size kalmış. Ama silahın yatırım aracı olduğunu ilk kez duyuyorum. Silah fiyatlarındaki yıllık getirinin, diğer yatırım araçları ile mukayesesini de bu nedenle yapamıyorum. Getirisi yüksek bile olsa, emniyetçe yakalandığı zaman el konulacağı ve ceza göreceğiniz için yatırım aracı olarak öneremiyoruz.
Erkek kalesini düşürdü
Tempo Dergisi, bu haftaki sayısında Gümüşhane’nin yeni CHP İl Başkanı’nı tanıtıyor. Kendini doğuştan CHP'li diye tanımlayan çiçeği burnunda Sevil Dülgeroğlu, TEMPO'nun sorularını yanıtladı.
Siyasetle ne zaman tanıştınız?
‘‘Gözümü açtığımda evimizde CHP vardı. Aileden CHP'liyim. Ama devlet memurluğu yaptığım için siyasetle aktif olarak uğraşamadım. 1987’de ikinci çocuğum olunca bakıcı bulamadım ve defterdarlıktaki memuriyetimden istifa ettim. Çalışsaydım 1995'te emekli olacaktım. 1987'den sonra Türk Kadınlar Birliği ile çalıştım. Biliyorsunuz, orada da hiçbir siyasi partiye üye olamıyorsunuz. Oradan ayrılıp CHP'ye kaydoldum. Bugüne kadar aktif siyasete atılmamın engelleri bunlardı. 2.5 yıldır CHP Gümüşhane Kadın Kolları Başkanlığı yapıyorum.’’
Eşiniz ve çocuklarınız aktif olarak siyasetin içinde yer almanıza nasıl bakıyorlar?
‘‘Evimizde hep siyaset konuşulurdu. Çocuklarım bu ortamda büyüdüler. Değişen bir şey yok. Destekliyorlar.’’
Erkek egemen toplumda, kendinize nasıl bir yer edineceksiniz?
‘‘Erkek egemenliğini kendi evinde yaşayan bir kadın değilim. Bu nedenle orada sıkıntı çekeceğimi düşünmüyorum.’’
Yalnız siyasi arena eviniz değil. Kadın siyasiler üzerinde erkek baskısından söz edilebilir.
‘‘Bu konuda iyimserim. Zaten her konuda iyimserimdir. Bugüne kadar her zorluğu iyimserliğim sayesinde aştım. Böyle bir huyum olduğu için pişman değilim. Pollyanna ruhuyla hareket ediyorum. Benim gözümde, ayyaş da, katil de birdir. Önemli olan özüne inip, sebeplerini bulmak. Onları kolaylıkla suçlayabilir, toplumdan dışlayabilirsiniz. Ama kazanmak daha önemli.’’
İl Başkanlığı için kiminle yarıştınız? Delegeler niçin diğer adayı değil de sizi tercih ettiler?
‘‘Rakibim, emekli astsubay Bedri Çetiner'di. Ben Kadın Kolları Başkanı olarak 2.5 yıl görev yaptım. Kendimi sadece kadınlarla sınırlamadım. İnsanlar parti adına bir şeyler yaptığıma inandı. CHP'nin ismini duyurduk. Tiyatrolar, konserler, çocuk oyunları getirdik. Siz Gümüşhane gibi bir yerde üç seans çocuk oyunu düzenlemenin ne zor olduğunu bilemezsiniz. Buraya hayat verdim. Bir kadın sokaklarda dolaşıyor. Ne adına dolaşıyor? CHP adına dolaşıyor. İnsanımız duyarlı. Başkanlığa adaylığımı koymak için birkaç büyüğümün fikrini ve onayını aldım. O gücü arkamda hissettim ve yarışa girdim.’’
Siyasetle ne zaman tanıştınız?
‘‘Gözümü açtığımda evimizde CHP vardı. Aileden CHP'liyim. Ama devlet memurluğu yaptığım için siyasetle aktif olarak uğraşamadım. 1987’de ikinci çocuğum olunca bakıcı bulamadım ve defterdarlıktaki memuriyetimden istifa ettim. Çalışsaydım 1995'te emekli olacaktım. 1987'den sonra Türk Kadınlar Birliği ile çalıştım. Biliyorsunuz, orada da hiçbir siyasi partiye üye olamıyorsunuz. Oradan ayrılıp CHP'ye kaydoldum. Bugüne kadar aktif siyasete atılmamın engelleri bunlardı. 2.5 yıldır CHP Gümüşhane Kadın Kolları Başkanlığı yapıyorum.’’
Eşiniz ve çocuklarınız aktif olarak siyasetin içinde yer almanıza nasıl bakıyorlar?
‘‘Evimizde hep siyaset konuşulurdu. Çocuklarım bu ortamda büyüdüler. Değişen bir şey yok. Destekliyorlar.’’
Erkek egemen toplumda, kendinize nasıl bir yer edineceksiniz?
‘‘Erkek egemenliğini kendi evinde yaşayan bir kadın değilim. Bu nedenle orada sıkıntı çekeceğimi düşünmüyorum.’’
Yalnız siyasi arena eviniz değil. Kadın siyasiler üzerinde erkek baskısından söz edilebilir.
‘‘Bu konuda iyimserim. Zaten her konuda iyimserimdir. Bugüne kadar her zorluğu iyimserliğim sayesinde aştım. Böyle bir huyum olduğu için pişman değilim. Pollyanna ruhuyla hareket ediyorum. Benim gözümde, ayyaş da, katil de birdir. Önemli olan özüne inip, sebeplerini bulmak. Onları kolaylıkla suçlayabilir, toplumdan dışlayabilirsiniz. Ama kazanmak daha önemli.’’
İl Başkanlığı için kiminle yarıştınız? Delegeler niçin diğer adayı değil de sizi tercih ettiler?
‘‘Rakibim, emekli astsubay Bedri Çetiner'di. Ben Kadın Kolları Başkanı olarak 2.5 yıl görev yaptım. Kendimi sadece kadınlarla sınırlamadım. İnsanlar parti adına bir şeyler yaptığıma inandı. CHP'nin ismini duyurduk. Tiyatrolar, konserler, çocuk oyunları getirdik. Siz Gümüşhane gibi bir yerde üç seans çocuk oyunu düzenlemenin ne zor olduğunu bilemezsiniz. Buraya hayat verdim. Bir kadın sokaklarda dolaşıyor. Ne adına dolaşıyor? CHP adına dolaşıyor. İnsanımız duyarlı. Başkanlığa adaylığımı koymak için birkaç büyüğümün fikrini ve onayını aldım. O gücü arkamda hissettim ve yarışa girdim.’’
Siirtli kadın artık okuyor
Siirt Valisi Osman Acar'ın 15 Aralık 1997'de başlattığı ‘‘Kadınların eğitim sağlık ve sosyal statülerini geliştirme projesi’’ne özel kişi ve kuruluşların yardımları ne kadara ulaşmış biliyor musunuz?
Üç ayda 16 milyar lira.
Ayrıca 15 milyar değerinde kırtasiye, giyecek, temel gıda, ilaç yardımı gelmiş Siirt'e.
Bu yardımlara, bölgede görev yapan öğretmen, sağlık memuru, devlet memurları, Siirtli lise mezunu ve halen lisede okuyan genç kızların da fedakar çabaları eklenince kurs sayısı 599'a, kurslara gelen kadınların sayısı da 11 bin 25'e çıkmış.
Bin kadın ve genç kız üç ayda okuma yazmayı sökmüşler.
Şimdi kendilerine ödül olarak hediye edilen radyolarla, kapalı dünyalarının perdesini Türkiye'nin dört bir yöresinden gelen seslere aralıyorlar.
Kızı, torunu, annneannesi üç nesil dirsek dirseğe okuma yazma, insan olduğunu anlama sürecinden geçiyor.
***
BAŞLARDA 10'ar milyon kurs yardımı almak için bölgelerindeki okullara ya da mahalle arasındaki eğitim evlerine akın eden kadınlar, artık öğrenme keyfi uğruna sabah ev işlerini bir çabukta bitirip soluğu kurslarda alıyorlar.
Çünkü kurslarda sadece okuma yazma değil ilk yardım, çevre sağlığı, çocuk gelişimi, anne baba eğitimi, evlilikte uyum, insanlar arasında sağlıklı ilişkiler, erken evliliğin ve akraba evliliklerinin sakıncaları, temel sağlık bilgileri ve aile planlaması konularında da bilgilendiriliyorlar.
Meslek kursları da cabası. Dokuma öğrenen tezgah başına oturuyor. Kilimlerin, halıların satışıyla yavaş yavaş kadınların, genç kızların cebine para da girmeye başlıyor.
Ne sadece para, ne sadece bilgi. Hayat kalitesi ikisiyle birlikte yükseliyor.
***
BU seferberliğe camiler de katılıyor. Müftülükçe camiilerde verilen hutbe ve vaazlarda projenin yararlarını dinleyen erkekler de karılarını, kızlarını destekliyor.
5-6 yaşlarında 200 çocuk okul öncesi eğitimden geçiyor. Olanaklar arttıkça bu sayı da artacak.
Kadın eksenli başlayan proje, yavaş yavaş tüm topluma yayılıyor.
Siirt, son yılların karanlığından sıyrılıp yavaş yavaş umutlu bir aydınlığa yürüyor.
***
EĞLENCE bu projenin önemli parçalarından biri. Kadın matineleri ve konser programları yapılıyor.
Kadınlar bu matinelerde birlikte dans ediyor ve eğleniyorlar. Kızlar, kendilerine çağdaşlığın kapısını aralayan Vali Osman Acar ile dans etmek için kuyruğa giriyor.
Konserler ise megapollerin vahşi rekabetine adım bile atamayan mahalli sanatçılara içinden çıktıkları ortamlarda gelişme olanağı sağlıyor.
29 Ekim'de sahneye konacak Berdel oyunu için hummalı bir faaliyet sürüyor.
Umuyorum, Türkiye'nin tanınmış sanatçıları da duyarlı iş adamları, sivil toplum örgütleri gibi bu seferberliğe omuz verirler ve Siirt'e giderler.
Çünkü bu proje, Vali Osman Acar'ın cesareti ve vizyonu kadar ona destek veren dinamik, ilerici Türkiye kamuoyunun da başarısı.
Teröristle mücadelenin, terörizmi besleyen cehalet ve geri kalmışlık ortamına karşı verilen mücadele ile desteklenmesi işte böyle oluyor.
Devletin ve halkın birbirinden korkmadan kucaklaşması; Devletin halkın ihtiyaçlarına ön yargısız cevap vermesiyle. En önemlisi de insanların birbirlerinin dertlerine, sorunlarına kulak kabartması ve yardımına koşmasıyla.
***
BAHAR ve bayram. Şimdi umutsuzlukların üzerine yürüme günü. Türkiye'de projeler de yapılabiliyor. Hayata geçirilen bir projenin mutluluğunu sizlerle paylaşmak istedim. Gelecek yazımda Muş'tan söz edeceğim. Oradaki eğitim seferberliğinden. Bayramınızı en içten sağlık, mutluluk ve huzur dileklerimle kutluyorum.
Üç ayda 16 milyar lira.
Ayrıca 15 milyar değerinde kırtasiye, giyecek, temel gıda, ilaç yardımı gelmiş Siirt'e.
Bu yardımlara, bölgede görev yapan öğretmen, sağlık memuru, devlet memurları, Siirtli lise mezunu ve halen lisede okuyan genç kızların da fedakar çabaları eklenince kurs sayısı 599'a, kurslara gelen kadınların sayısı da 11 bin 25'e çıkmış.
Bin kadın ve genç kız üç ayda okuma yazmayı sökmüşler.
Şimdi kendilerine ödül olarak hediye edilen radyolarla, kapalı dünyalarının perdesini Türkiye'nin dört bir yöresinden gelen seslere aralıyorlar.
Kızı, torunu, annneannesi üç nesil dirsek dirseğe okuma yazma, insan olduğunu anlama sürecinden geçiyor.
***
BAŞLARDA 10'ar milyon kurs yardımı almak için bölgelerindeki okullara ya da mahalle arasındaki eğitim evlerine akın eden kadınlar, artık öğrenme keyfi uğruna sabah ev işlerini bir çabukta bitirip soluğu kurslarda alıyorlar.
Çünkü kurslarda sadece okuma yazma değil ilk yardım, çevre sağlığı, çocuk gelişimi, anne baba eğitimi, evlilikte uyum, insanlar arasında sağlıklı ilişkiler, erken evliliğin ve akraba evliliklerinin sakıncaları, temel sağlık bilgileri ve aile planlaması konularında da bilgilendiriliyorlar.
Meslek kursları da cabası. Dokuma öğrenen tezgah başına oturuyor. Kilimlerin, halıların satışıyla yavaş yavaş kadınların, genç kızların cebine para da girmeye başlıyor.
Ne sadece para, ne sadece bilgi. Hayat kalitesi ikisiyle birlikte yükseliyor.
***
BU seferberliğe camiler de katılıyor. Müftülükçe camiilerde verilen hutbe ve vaazlarda projenin yararlarını dinleyen erkekler de karılarını, kızlarını destekliyor.
5-6 yaşlarında 200 çocuk okul öncesi eğitimden geçiyor. Olanaklar arttıkça bu sayı da artacak.
Kadın eksenli başlayan proje, yavaş yavaş tüm topluma yayılıyor.
Siirt, son yılların karanlığından sıyrılıp yavaş yavaş umutlu bir aydınlığa yürüyor.
***
EĞLENCE bu projenin önemli parçalarından biri. Kadın matineleri ve konser programları yapılıyor.
Kadınlar bu matinelerde birlikte dans ediyor ve eğleniyorlar. Kızlar, kendilerine çağdaşlığın kapısını aralayan Vali Osman Acar ile dans etmek için kuyruğa giriyor.
Konserler ise megapollerin vahşi rekabetine adım bile atamayan mahalli sanatçılara içinden çıktıkları ortamlarda gelişme olanağı sağlıyor.
29 Ekim'de sahneye konacak Berdel oyunu için hummalı bir faaliyet sürüyor.
Umuyorum, Türkiye'nin tanınmış sanatçıları da duyarlı iş adamları, sivil toplum örgütleri gibi bu seferberliğe omuz verirler ve Siirt'e giderler.
Çünkü bu proje, Vali Osman Acar'ın cesareti ve vizyonu kadar ona destek veren dinamik, ilerici Türkiye kamuoyunun da başarısı.
Teröristle mücadelenin, terörizmi besleyen cehalet ve geri kalmışlık ortamına karşı verilen mücadele ile desteklenmesi işte böyle oluyor.
Devletin ve halkın birbirinden korkmadan kucaklaşması; Devletin halkın ihtiyaçlarına ön yargısız cevap vermesiyle. En önemlisi de insanların birbirlerinin dertlerine, sorunlarına kulak kabartması ve yardımına koşmasıyla.
***
BAHAR ve bayram. Şimdi umutsuzlukların üzerine yürüme günü. Türkiye'de projeler de yapılabiliyor. Hayata geçirilen bir projenin mutluluğunu sizlerle paylaşmak istedim. Gelecek yazımda Muş'tan söz edeceğim. Oradaki eğitim seferberliğinden. Bayramınızı en içten sağlık, mutluluk ve huzur dileklerimle kutluyorum.
Kadınlar quo vadis
Meclisin döner kapısından geçerken suratında bir milletvekili elinin kıpkırmızı işareti kalan Ayşe Atalay, benzersiz bir çalımla ‘‘ben buradayım’’ diyen Tansu Çiller, ABD'nın ilk kadın başkanları olmaya aday Elizabeth Dole ile Hillary Clinton. Ve kocalarına para ödeyerek boşanma hakkını elde eden Mısırlılar.
Bu hafta her yerde kadınlar konuşuldu.
İçim cızz ederek, gözüme çarpan örnekler arasında kadınlarımızın durumunun pek de parlak olmadığını farkediyorum.
Ayşe Atalay'ı kim savundu? 550 milletvekili içinden tokadı indiren Denizli milletvekili Kemal Aykur'u kim kınadı?
Ya Tansu Çiller?
Ecevit'e önce ‘‘hayır’’, 40 gün sonra ‘‘evet’’ diyen DYP lideri oyununun son perdesinde bir de kendini tutamayıp ağladı. Televizyondan izlerken gözlerime inanamadım. Verdiği iftar yemeğinde, hayattaki en büyük gururunun DYP liderliği olduğunu söyledi. ‘‘Sizi mahçup etmekten Allah beni korusun’’ derken sesi titredi. Yanaklarından aşağıya usul usul gözyaşları süzülmeye başladı. Mutluluktan mı, heyecandan mı kestiremedim.
Pek alakası yok ama nedense Çiller ile Ecevit, bana Papa ile Kraliçe Elizabeth'in fıkrasını hatırlatıyor.
Fıkra şöyle: Papa ile Elizabeth, balkonda yan yana duruyorlar. Aşağıda binlerce kişi var. Kraliçe çaktırmadan Papa'nın kulağına ‘‘Sizinle bahse girerim ki, kalabalığın içindeki her İngiliz'i elimin bir hareketiyle çılgına çevirebilirim’’ diye fısıldıyor. Papa ‘‘Yapamazsınız’’ diyor. Kraliçe ‘‘Şimdi iyice bakın’’ diye cevap veriyor ve elini şöyle bir sallıyor. İngilizler anında küçük plastik bayraklarını havaya kaldırarak çoşuyor. Papa tabii bozuluyor ama bir iki dakika sonra toparlanıp ‘‘Bir kafa hareketiyle kalabalıktaki her İrlandalı'yı delirtebilirim’’ diyor. Kraliçe ‘‘İmkansız yapamazsınız’’ der demez Papa ona bir kafa atıyor.
Kadınlara dönersek, Hillary'den önce davranıp 2000 yılı için başkan adayı olacağının işaretini veren Elizabeth Dole Cumhuriyetçi senatör Bob Dole'un eşi. Daha önce Çalışma ve Ulaştırma Bakanlığı yapmış. Tam üç kez başkanlık yarışına katılan ancak her seferinde hezimete uğrayan Bob Dole, karısının atağından rahat mı rahat. ‘‘Ben başaramadım bari karım başarsın’’ havasında. Bir süre önce Viagra için ‘‘harika bir ilaç’’ diyen Dole ‘‘ABD'nın ‘‘ilk erkeği’’ olmaktan gocunmam. Üstelik ilk ‘‘ilk erkek’’ olacağım’’ diyor. Başarılı kadının arkasındaki erkek için biçilmiş kaftan..
Tansu Çiller yerine, esas gözyaşı dökmesi gereken oysa kimsenin ağladığına tanık olmadığı Hillary Clinton ise senatörlük hesabında. Hillary'nin 2000 yılında emekliliği gelen New York senatörü Daniel Patrick Moynihan yerine senatör olmayı planladığı bu hafta kulağımıza çalınanlardan.
Kadınlar cephesinden en eğlendirici haber Mısır'dan. Yıllardan beri boşanma savaşı veren kadınlar nihayet kazandı. Bir tek koşulla. Kocalarına para ödeyecekler. Anti-liberal görüşleriyle tanınan Şeyh Yusuf el Badri ne diyor? ‘‘Kadınlar özgürlüklerini kazanmak istiyorlarsa bunun için para ödemek zorundalar.Erkeğin başlık parası ödediği gibi onlar da kesenin ağzını açacaklar’’ Peki kocanın değeri ne olacak? Ona da hakim karar verecek.
Bu hafta her yerde kadınlar konuşuldu.
İçim cızz ederek, gözüme çarpan örnekler arasında kadınlarımızın durumunun pek de parlak olmadığını farkediyorum.
Ayşe Atalay'ı kim savundu? 550 milletvekili içinden tokadı indiren Denizli milletvekili Kemal Aykur'u kim kınadı?
Ya Tansu Çiller?
Ecevit'e önce ‘‘hayır’’, 40 gün sonra ‘‘evet’’ diyen DYP lideri oyununun son perdesinde bir de kendini tutamayıp ağladı. Televizyondan izlerken gözlerime inanamadım. Verdiği iftar yemeğinde, hayattaki en büyük gururunun DYP liderliği olduğunu söyledi. ‘‘Sizi mahçup etmekten Allah beni korusun’’ derken sesi titredi. Yanaklarından aşağıya usul usul gözyaşları süzülmeye başladı. Mutluluktan mı, heyecandan mı kestiremedim.
Pek alakası yok ama nedense Çiller ile Ecevit, bana Papa ile Kraliçe Elizabeth'in fıkrasını hatırlatıyor.
Fıkra şöyle: Papa ile Elizabeth, balkonda yan yana duruyorlar. Aşağıda binlerce kişi var. Kraliçe çaktırmadan Papa'nın kulağına ‘‘Sizinle bahse girerim ki, kalabalığın içindeki her İngiliz'i elimin bir hareketiyle çılgına çevirebilirim’’ diye fısıldıyor. Papa ‘‘Yapamazsınız’’ diyor. Kraliçe ‘‘Şimdi iyice bakın’’ diye cevap veriyor ve elini şöyle bir sallıyor. İngilizler anında küçük plastik bayraklarını havaya kaldırarak çoşuyor. Papa tabii bozuluyor ama bir iki dakika sonra toparlanıp ‘‘Bir kafa hareketiyle kalabalıktaki her İrlandalı'yı delirtebilirim’’ diyor. Kraliçe ‘‘İmkansız yapamazsınız’’ der demez Papa ona bir kafa atıyor.
Kadınlara dönersek, Hillary'den önce davranıp 2000 yılı için başkan adayı olacağının işaretini veren Elizabeth Dole Cumhuriyetçi senatör Bob Dole'un eşi. Daha önce Çalışma ve Ulaştırma Bakanlığı yapmış. Tam üç kez başkanlık yarışına katılan ancak her seferinde hezimete uğrayan Bob Dole, karısının atağından rahat mı rahat. ‘‘Ben başaramadım bari karım başarsın’’ havasında. Bir süre önce Viagra için ‘‘harika bir ilaç’’ diyen Dole ‘‘ABD'nın ‘‘ilk erkeği’’ olmaktan gocunmam. Üstelik ilk ‘‘ilk erkek’’ olacağım’’ diyor. Başarılı kadının arkasındaki erkek için biçilmiş kaftan..
Tansu Çiller yerine, esas gözyaşı dökmesi gereken oysa kimsenin ağladığına tanık olmadığı Hillary Clinton ise senatörlük hesabında. Hillary'nin 2000 yılında emekliliği gelen New York senatörü Daniel Patrick Moynihan yerine senatör olmayı planladığı bu hafta kulağımıza çalınanlardan.
Kadınlar cephesinden en eğlendirici haber Mısır'dan. Yıllardan beri boşanma savaşı veren kadınlar nihayet kazandı. Bir tek koşulla. Kocalarına para ödeyecekler. Anti-liberal görüşleriyle tanınan Şeyh Yusuf el Badri ne diyor? ‘‘Kadınlar özgürlüklerini kazanmak istiyorlarsa bunun için para ödemek zorundalar.Erkeğin başlık parası ödediği gibi onlar da kesenin ağzını açacaklar’’ Peki kocanın değeri ne olacak? Ona da hakim karar verecek.
Kadının adı ancak demokraside var
Türk ekonomisinde on binlerce işsize mal olan küresel kriz Güneydoğu Asya'da sosyal dokuyu kemiren kanser gibi ilerliyor.
Anadolu Ajansı'nın Bangkok mahreçli haberine göre, o ülkelerde işten atılan anneler çocuklarını besleyebilmek için fahişeliğe başladı. Cinsel yolla bulaşan hastalıklar dokuz ayda ikiye katlandı.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ile Avustralya Ulusal Üniversitesi'nin ortak çalışmasında, Endonezya, Tayland, Malezya ve Filipinler ekonomisinde bir buçuk yıldır derinleşerek süren krizin kurbanları sergilendi:
BM raporuna göre, kriz nedeniyle işten çıkarmalarda (aynı işte erkeklerden daha az para almalarına rağmen) kadınlara öncelik verildi.
Kısılan kamu harcamaları yüzünden özellikle kadınların eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânları daraldı.
Yoksul aileler kızları için okul masraflarını karşılayamaz oldu.
Fahişeliğe itilen 12-15 yaş grubundaki kızlar bulaşıcı cinsel hastalıkların tehdidi altında, hastalansalar tedavi paraları yok.
* * *
Bir zamanlar ‘‘Asya Kaplanları'' diye dünyaya örnek gösterilen bu ülkelerin iç dinamikleri nedense pek tartışılmazdı. Demokrasi yoksulluğu, gelir dağılımı adaletsizliği, kadın-erkek eşitsizliği... Bu pislikler propaganda uzmanları tarafından icat edilen gizem perdesi ile saklanırdı.
Küresel kriz işte bu makyajı akıttı. Boyaların altından bebek yaşta fahişeler, dilenen nineler, ezilmiş anneler çıktı.
* * *
Demokrasi bırakın diğer nimetlerini, önce açıklık rejimidir.
Örneğin Türkiye'yi 1994 yılında Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizine sokan da bir kadın politikacıydı. Bizim kriz de sosyal tabloyu etkiledi, Refah'ın seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yol açtı.
Ama Türkiye bu krizin sosyal sonuçlarını demokrasi sınırlarında kalarak aşmayı becerebildi. Ülkeyi krize sokarken mal varlığını artıran kadın politikacıdan yine demokrasi içinde hesap sorulmaya çalışıldı.
Beş yıl aradan sonra yine ekonomik çark durdu...
Bu kez de annelerimiz, bacılarımız sokağa dökülmediyse beğenmediğiniz sosyal güvenlik sistemi sayesindedir...
Genç kızlarımızı Asya'daki zavallı yaşıtlarının kaderini paylaşmaktan kurtaran, parasız ve sekiz yıllık zorunlu eğitimdir.
Ekonomik koşullar veya sisteme eleştiri kaygısıyla demokrasi düşmanlarına eğilim gösteren genç kızlar, kadınlar Asya örneğini hep akıllarında tutsunlar. Kurtuluş ancak demokraside yatıyor, unutmasınlar. Son pişmanlık fayda etmez.
Anadolu Ajansı'nın Bangkok mahreçli haberine göre, o ülkelerde işten atılan anneler çocuklarını besleyebilmek için fahişeliğe başladı. Cinsel yolla bulaşan hastalıklar dokuz ayda ikiye katlandı.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ile Avustralya Ulusal Üniversitesi'nin ortak çalışmasında, Endonezya, Tayland, Malezya ve Filipinler ekonomisinde bir buçuk yıldır derinleşerek süren krizin kurbanları sergilendi:
BM raporuna göre, kriz nedeniyle işten çıkarmalarda (aynı işte erkeklerden daha az para almalarına rağmen) kadınlara öncelik verildi.
Kısılan kamu harcamaları yüzünden özellikle kadınların eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânları daraldı.
Yoksul aileler kızları için okul masraflarını karşılayamaz oldu.
Fahişeliğe itilen 12-15 yaş grubundaki kızlar bulaşıcı cinsel hastalıkların tehdidi altında, hastalansalar tedavi paraları yok.
* * *
Bir zamanlar ‘‘Asya Kaplanları'' diye dünyaya örnek gösterilen bu ülkelerin iç dinamikleri nedense pek tartışılmazdı. Demokrasi yoksulluğu, gelir dağılımı adaletsizliği, kadın-erkek eşitsizliği... Bu pislikler propaganda uzmanları tarafından icat edilen gizem perdesi ile saklanırdı.
Küresel kriz işte bu makyajı akıttı. Boyaların altından bebek yaşta fahişeler, dilenen nineler, ezilmiş anneler çıktı.
* * *
Demokrasi bırakın diğer nimetlerini, önce açıklık rejimidir.
Örneğin Türkiye'yi 1994 yılında Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizine sokan da bir kadın politikacıydı. Bizim kriz de sosyal tabloyu etkiledi, Refah'ın seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yol açtı.
Ama Türkiye bu krizin sosyal sonuçlarını demokrasi sınırlarında kalarak aşmayı becerebildi. Ülkeyi krize sokarken mal varlığını artıran kadın politikacıdan yine demokrasi içinde hesap sorulmaya çalışıldı.
Beş yıl aradan sonra yine ekonomik çark durdu...
Bu kez de annelerimiz, bacılarımız sokağa dökülmediyse beğenmediğiniz sosyal güvenlik sistemi sayesindedir...
Genç kızlarımızı Asya'daki zavallı yaşıtlarının kaderini paylaşmaktan kurtaran, parasız ve sekiz yıllık zorunlu eğitimdir.
Ekonomik koşullar veya sisteme eleştiri kaygısıyla demokrasi düşmanlarına eğilim gösteren genç kızlar, kadınlar Asya örneğini hep akıllarında tutsunlar. Kurtuluş ancak demokraside yatıyor, unutmasınlar. Son pişmanlık fayda etmez.
27 Kasım 2010 Cumartesi
Çatalhöyüklü kadınlar
Hayalini kurduğumuz barış içinde bir dünyada, onlar dokuz bin yıl önce yaşadı. Ne liderleri vardı, ne de devletleri. Aralarında sınıf farkı gözetmeyen, kapısız evlerine bacadan giren, duygularını evlerinin duvarlarına yansıtan kadınlardı onlar. Tahıl sepetlerine bile figürler işlemiş, duvarlarını vahşi hayvan ve boğa kabartmalarıyla süslemişlerdi. Onlardan bize sadece bir tek miras kaldı: Gün ışığına çıkarılmayı bekleyen Çatalhöyük... Orada yaşamışlardı ve çoğu sırları toprağın altındaydı. İşte gelecek bin yılın en önemli kazısıyla tüm sırları aydınlanacak olan Çatalhöyük yararına bir defile yapıldı dün: Bahar Korçan'ın 1998 İlkbahar-Yaz koleksiyonunu bu eski ve önemli kent yararına tanıttı.
Dünyanın en eski kentlerinden biri sayılan Çatalhöyük'ün sırlarını ortaya çıkarmak için 25 yıl sürmesi planlanan bir kazıya başlanıyor. Kazı, Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü bünyesinde, Cambridge Üniversitesi tarafından yürütülecek. Bu kazıyı destekleyen Çatalhöyük Dostları Derneği, ilk defa bir defile aracılığıyla kamuoyuna sesleniyor: Birçok tasarımında tarih ve mitolojiden esinlenen Stilist Bahar Korçan, 1998 İlkbahar-Yaz koleksiyonunu tanıttığı defilesini Çatalhöyük yararına dün gerçekleştirdi. Uluslararası Fuarcılık ve Ticaret A.Ş, NTV, AGF Garanti Sigorta, Moet & Chandon ve Ulusoy Otobüs İşletmeleri'nin sponsoru olduğu defilede tanıtılan kreasyon oldukça beğeni topladı.
Dönelim defilenin yararına yapıldığı Çatalhöyük'e... Anatanrıça'nın kenti Çatalhöyük'ün yeniden canlanması ve dünyada tanınması için 70 kişilik bir ekip kolları sıvamış durumda; öğretim üyeleri, turizmciler, mimarlar, eczacılar ve ev kadınlarından oluşuyor bu ekip... Gelecek bin yılın en önemli kazısı için biraraya gelen bu insanlar, kazıların kışın da sürebilmesi için büyük bir örtü yaptırdılar, tanıtım olsun diye kitapçıklar yayınladılar. Sıra Çatalhöyük'teki evlerin replikalarının yapımına gelmişti. İşte bu çalışma için gerekli bütçeyi nereden bulacaklarını kara kara düşünürken çıktı stilist Bahar Korçan karşılarına.
Korçan şöyle anlatıyor: ‘‘Çatalhöyük'le ilgili elime geçen her dokümanı okudum. İçine daldıkça inanılmaz bir heyecan duymaya başladım. 2000 yılına üç kala dengeli bir toplum kurmayı başaramamışken biz, onlar dokuz bin yıl önce barış içinde yaşamayı başarmışlar. Bu defileyi önce Çatalhöyük'te yapmak istedik. Çok büyük bir mekandı. Ancak attığınız her adımda toprağı biraz eşeleseniz yeni bir şeyle karşılaşacağınızı düşünüyorsunuz. O kadar insanı oraya getirmekle bir risk alacağımı düşünüp bu tarihi yere zarar vermemek için defileyi İstanbul'a çektim.’’
FERMUAR, İLİK, DÜĞME YOK
Yer: İstanbul DÜnya Ticaret Merkezi
Zaman: M.Ö. 6500
Kapısız evlerine bacadan giren Çatalhöyüklü kadınlar, milattan önce 6 bin 500 yıllarının giysileriyle yeniden canlanıyor. Saçlarında dal yaprakları, kollarında kendi elleriyle yaptıkları aksesuarlarıyla... Ayakları çıplak, kınalı. Doğal ve aynı zamanda büyüleyici bakışlarıyla süzüyorlar konukları. Türk ve yabancı izleyicilere, daha doğrusu tüm dünyaya iletmek istedikleri bir mesaj var: ‘‘Uygarlığımızı yeniden canlandırmak için dünyanın en büyük kazısına destek verin...’’
Kreasyonunda başka zamanların kadınlarının renklerini kullanmış Bahar Korçan. Anaerkil bir toplum kurdukları iddia edilen Çatalhöyük kadınları, güvenli, hayata hakim ve güzeldiler. Kıyafetlerde Hasan Dağı'nın volkanik renkleri, bozkırın sarı tonları, kiremit renkleri kullanıldı. Ellerine sürdükleri kınadan, makyajlarına, kullandıkları aksesuardan saç şekillerine kadar o dönemin kadınları stilize edildi.Bu koleksiyonun bir başka özelliği de ne fermuar, ne ilik, ne de düğme kullanılmış olması... Bağlamalarla, kuşak ve katlamalarla giyiliyor kıyafetler...
Dünyanın en eski kentlerinden biri sayılan Çatalhöyük'ün sırlarını ortaya çıkarmak için 25 yıl sürmesi planlanan bir kazıya başlanıyor. Kazı, Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü bünyesinde, Cambridge Üniversitesi tarafından yürütülecek. Bu kazıyı destekleyen Çatalhöyük Dostları Derneği, ilk defa bir defile aracılığıyla kamuoyuna sesleniyor: Birçok tasarımında tarih ve mitolojiden esinlenen Stilist Bahar Korçan, 1998 İlkbahar-Yaz koleksiyonunu tanıttığı defilesini Çatalhöyük yararına dün gerçekleştirdi. Uluslararası Fuarcılık ve Ticaret A.Ş, NTV, AGF Garanti Sigorta, Moet & Chandon ve Ulusoy Otobüs İşletmeleri'nin sponsoru olduğu defilede tanıtılan kreasyon oldukça beğeni topladı.
Dönelim defilenin yararına yapıldığı Çatalhöyük'e... Anatanrıça'nın kenti Çatalhöyük'ün yeniden canlanması ve dünyada tanınması için 70 kişilik bir ekip kolları sıvamış durumda; öğretim üyeleri, turizmciler, mimarlar, eczacılar ve ev kadınlarından oluşuyor bu ekip... Gelecek bin yılın en önemli kazısı için biraraya gelen bu insanlar, kazıların kışın da sürebilmesi için büyük bir örtü yaptırdılar, tanıtım olsun diye kitapçıklar yayınladılar. Sıra Çatalhöyük'teki evlerin replikalarının yapımına gelmişti. İşte bu çalışma için gerekli bütçeyi nereden bulacaklarını kara kara düşünürken çıktı stilist Bahar Korçan karşılarına.
Korçan şöyle anlatıyor: ‘‘Çatalhöyük'le ilgili elime geçen her dokümanı okudum. İçine daldıkça inanılmaz bir heyecan duymaya başladım. 2000 yılına üç kala dengeli bir toplum kurmayı başaramamışken biz, onlar dokuz bin yıl önce barış içinde yaşamayı başarmışlar. Bu defileyi önce Çatalhöyük'te yapmak istedik. Çok büyük bir mekandı. Ancak attığınız her adımda toprağı biraz eşeleseniz yeni bir şeyle karşılaşacağınızı düşünüyorsunuz. O kadar insanı oraya getirmekle bir risk alacağımı düşünüp bu tarihi yere zarar vermemek için defileyi İstanbul'a çektim.’’
FERMUAR, İLİK, DÜĞME YOK
Yer: İstanbul DÜnya Ticaret Merkezi
Zaman: M.Ö. 6500
Kapısız evlerine bacadan giren Çatalhöyüklü kadınlar, milattan önce 6 bin 500 yıllarının giysileriyle yeniden canlanıyor. Saçlarında dal yaprakları, kollarında kendi elleriyle yaptıkları aksesuarlarıyla... Ayakları çıplak, kınalı. Doğal ve aynı zamanda büyüleyici bakışlarıyla süzüyorlar konukları. Türk ve yabancı izleyicilere, daha doğrusu tüm dünyaya iletmek istedikleri bir mesaj var: ‘‘Uygarlığımızı yeniden canlandırmak için dünyanın en büyük kazısına destek verin...’’
Kreasyonunda başka zamanların kadınlarının renklerini kullanmış Bahar Korçan. Anaerkil bir toplum kurdukları iddia edilen Çatalhöyük kadınları, güvenli, hayata hakim ve güzeldiler. Kıyafetlerde Hasan Dağı'nın volkanik renkleri, bozkırın sarı tonları, kiremit renkleri kullanıldı. Ellerine sürdükleri kınadan, makyajlarına, kullandıkları aksesuardan saç şekillerine kadar o dönemin kadınları stilize edildi.Bu koleksiyonun bir başka özelliği de ne fermuar, ne ilik, ne de düğme kullanılmış olması... Bağlamalarla, kuşak ve katlamalarla giyiliyor kıyafetler...
26 Kasım 2010 Cuma
Kadın her yerde kadın
Divan şiirine sözümüz yok; ne var ki soyutlanmış bir şiirdir o. Tıpkı öteki sanatlarımız gibi incelmiş, derinleşmiş ama bu olurken, gerçek hayatın karmaşası da kaybolmuş.
Divan şiiri kadını kendi gerçekliği, yaşayan tarafı içinde ele almayıp, idealize etmiş, platonik bakışla sembolleştirmiştir...
Gün yüzüne dostum çün eyledün zülfün nikâb
Hayrete vardum heman sandum tutuldu âfitâb
Sevdiğim, zülüflerini gün yüzüne örtü yapmışsın. Öyle ki güneş tutuldu sanıp hayrete düştüm. Bu beyit, sultanlar sultanı Kanuni Sultan Süleyman’a ait. Muhibbi mahlasıyla yazan Kanuni’ye göre sevdiği bir güneştir, saçları ise onun gölgesi...
Güneş ve ay divan şiirindeki kadınların değişmez sembolleridir. Dudaklar nokta gibi, kaşlar yay, kirpikler ok. Boy servi, ten gümüş, zülüfler kemend. Halk edebiyatında da aynı mazmunlar söz konusudur.
Hal böyleyken divan ve halk şiirinde bir söyleyiş üstünlüğü söz konusudur.
Kadınlar, özellikle Anadolu kadınları tablolara geçmeğe başladıktan sonra şiirde kadının yüzü mahitâb olmaktan çıkmış hatta çizgilenmiş, elleri çileli kadın elleri olmuş. Ay yüzü güneş teni kararmış, kahır yükü omuzlarına bindiğinden sırtı, beli kamburlaşmış.
Anadolu gelinleri böyledir.
Bu söz bana durakta rastladığım ve ayak üstü sohbet ettiğim bir kadından kaldı... Henüz beşinci sınıfa giden bir çocuğu yolcu ettiğinde, “Torunun mu? diye sormuştum da, “Yok yok oğlum!” deyivermişti. Kırıp incittiğimi düşünerek üzülmüştüm. O düşüncemi okudu ve “Sen bakma benim böyle göründüğüme” dedi. “Ben daha kırk altı yaşındayım. Anadolu gelinleri erken yaşlanır.”
Gelelim cumhuriyet devri şairi ve yakın zamanlarda kaybettiğimiz Cahit Külebi’nin kadına bakışına... Gerçi o da aşk doludur, bakışında sevgi egemendir, ama bu kadınlar divan şiirindeki nokta ağızlı, ay yüzlü kadınlardan farklıdır. Onların da şehirli olanları beyaz elli, pembe dudaklı kadınlardır, o taşralı dünyasıyla şehirli kadını bir bakıma divan şiiri güzelleri gibi yüceltmiştir. Ne var ki bu kadınlar daha kanlı canlı, sıcak, yaşayan varlıklardır.
Neden kadınlar böyle sıcak?
Neden kadınlar böyle taze?
Yaz gelince basmalar giyerler
Sade.
Külebi, çilekeş anaları, işe giden ya da süt emziren kadınları, işçi, köylü, balıkçı, çoban analarını da şiirine almıştır. “Yalnız onlar için ağlayın!” diyecek kadar kendisini onlara yakın bulmuştur.
“Sade Bunlar mı Cahit Külebi!
Doğup büyüdüğün Niksar’da
Kadınlar görmedin mi?
Kaybolur gider sanırdın
Tarla çapalarken güneş altında;
Karanlık odalarda tütün dizerken
Yanıp sönerdi ıslak ıslak
Yeşil tütün renginde gözleri...”
Divan şiiri kadını kendi gerçekliği, yaşayan tarafı içinde ele almayıp, idealize etmiş, platonik bakışla sembolleştirmiştir...
Gün yüzüne dostum çün eyledün zülfün nikâb
Hayrete vardum heman sandum tutuldu âfitâb
Sevdiğim, zülüflerini gün yüzüne örtü yapmışsın. Öyle ki güneş tutuldu sanıp hayrete düştüm. Bu beyit, sultanlar sultanı Kanuni Sultan Süleyman’a ait. Muhibbi mahlasıyla yazan Kanuni’ye göre sevdiği bir güneştir, saçları ise onun gölgesi...
Güneş ve ay divan şiirindeki kadınların değişmez sembolleridir. Dudaklar nokta gibi, kaşlar yay, kirpikler ok. Boy servi, ten gümüş, zülüfler kemend. Halk edebiyatında da aynı mazmunlar söz konusudur.
Hal böyleyken divan ve halk şiirinde bir söyleyiş üstünlüğü söz konusudur.
Kadınlar, özellikle Anadolu kadınları tablolara geçmeğe başladıktan sonra şiirde kadının yüzü mahitâb olmaktan çıkmış hatta çizgilenmiş, elleri çileli kadın elleri olmuş. Ay yüzü güneş teni kararmış, kahır yükü omuzlarına bindiğinden sırtı, beli kamburlaşmış.
Anadolu gelinleri böyledir.
Bu söz bana durakta rastladığım ve ayak üstü sohbet ettiğim bir kadından kaldı... Henüz beşinci sınıfa giden bir çocuğu yolcu ettiğinde, “Torunun mu? diye sormuştum da, “Yok yok oğlum!” deyivermişti. Kırıp incittiğimi düşünerek üzülmüştüm. O düşüncemi okudu ve “Sen bakma benim böyle göründüğüme” dedi. “Ben daha kırk altı yaşındayım. Anadolu gelinleri erken yaşlanır.”
Gelelim cumhuriyet devri şairi ve yakın zamanlarda kaybettiğimiz Cahit Külebi’nin kadına bakışına... Gerçi o da aşk doludur, bakışında sevgi egemendir, ama bu kadınlar divan şiirindeki nokta ağızlı, ay yüzlü kadınlardan farklıdır. Onların da şehirli olanları beyaz elli, pembe dudaklı kadınlardır, o taşralı dünyasıyla şehirli kadını bir bakıma divan şiiri güzelleri gibi yüceltmiştir. Ne var ki bu kadınlar daha kanlı canlı, sıcak, yaşayan varlıklardır.
Neden kadınlar böyle sıcak?
Neden kadınlar böyle taze?
Yaz gelince basmalar giyerler
Sade.
Külebi, çilekeş anaları, işe giden ya da süt emziren kadınları, işçi, köylü, balıkçı, çoban analarını da şiirine almıştır. “Yalnız onlar için ağlayın!” diyecek kadar kendisini onlara yakın bulmuştur.
“Sade Bunlar mı Cahit Külebi!
Doğup büyüdüğün Niksar’da
Kadınlar görmedin mi?
Kaybolur gider sanırdın
Tarla çapalarken güneş altında;
Karanlık odalarda tütün dizerken
Yanıp sönerdi ıslak ıslak
Yeşil tütün renginde gözleri...”
24 Kasım 2010 Çarşamba
Kadınlara yük yasağı
Karadeniz köylü kadının ‘‘ağır işçiliği’’ hafifletiliyor. Of İlçesi'ne bağlı Uluağaç Köyü İhtiyar Heyeti, çay tarımı yapılan köyde, kadınlara yük taşıtılmasını yasakladı.
Trabzon'un Of İlçesi'ne bağlı Uluağaç Köyü'nde, ihtiyar heyetinin aldığı kararla kadınlara yük taşıtmak yasaklandı. Halkının tamamına yakınının geçimini çay tarımından kazandığı bin 500 nüfuslu köyde ‘kadınların ağır işçiliği’ bitti. Son yıllarda köy halkının yarıdan fazlası araç sahibi olunca, Köy İhtiyar Heyeti Başkanı Erdoğan Dursun, kadınların yük taşımasının yasaklanması için harakete geçti. Dursun, bir hafta önce ihtiyar heyetini topladı ve fikrini açıkladı. Toplantıda, köydeki bütün çaylıklara araç yolu ile bağlantı sağlanması, aracı olanların araçla, aracı olmayanların ise at, eşek veya katır gibi yük hayvanlarıyla çay taşımaları ve kadınların kesinlikle yük taşımamaları kararlaştırıldı. Erdoğan Dursun, yasağa uymayanların, heyetin vereceği bir kararla çeşitli cezalara çarptırılacaklarını, en büyük cezanın ise basın kuruluşlarına bildirilmek suretiyle teşhir edilmeleri olacağını söyledi.
KADINLAR MEMNUN
Kadınlara verdikleri değeri belgelediklerini belirten Dursun, ‘‘Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, Karadeniz erkeğinin sürekli kadınları çalıştırdığını, kendisinin ise kahvehanede oturduğunu söylerler. Ben kadınların yük hayvanı gibi kullanılmasını kabul etmem. Bu karara şimdiden bütün köy erkekleri uymaya başladı. Hiç kimsenin buna karşı çıkacağını sanmıyorum’’ dedi.
Köylü kadınlar da ‘‘Özellikle Karadeniz bölgesinde köy kadınlarının tamamına yakın bir kısmı yük taşıdığı için belfıtığı oluyor. Böyle kararlarla bunun önüne geçilmesi gerekir’’ dediler.
İhtiyar heyetinden örnek karar
Uluağaç Köyü ihtiyar heyeti, Başkan Erdoğan Dursun'un önerisini kabul ederek kadınların yük taşımasını yasakladı. Alınan karar doğrultusunda bundan sonra Uluağç Köyü'nde kadınlar yük taşımayacak. Yaş çay ve benzeri yükler at, eşek ve katır gibi yük hayvanlarıyla ya da araçlarla taşınacak.
Trabzon'un Of İlçesi'ne bağlı Uluağaç Köyü'nde, ihtiyar heyetinin aldığı kararla kadınlara yük taşıtmak yasaklandı. Halkının tamamına yakınının geçimini çay tarımından kazandığı bin 500 nüfuslu köyde ‘kadınların ağır işçiliği’ bitti. Son yıllarda köy halkının yarıdan fazlası araç sahibi olunca, Köy İhtiyar Heyeti Başkanı Erdoğan Dursun, kadınların yük taşımasının yasaklanması için harakete geçti. Dursun, bir hafta önce ihtiyar heyetini topladı ve fikrini açıkladı. Toplantıda, köydeki bütün çaylıklara araç yolu ile bağlantı sağlanması, aracı olanların araçla, aracı olmayanların ise at, eşek veya katır gibi yük hayvanlarıyla çay taşımaları ve kadınların kesinlikle yük taşımamaları kararlaştırıldı. Erdoğan Dursun, yasağa uymayanların, heyetin vereceği bir kararla çeşitli cezalara çarptırılacaklarını, en büyük cezanın ise basın kuruluşlarına bildirilmek suretiyle teşhir edilmeleri olacağını söyledi.
KADINLAR MEMNUN
Kadınlara verdikleri değeri belgelediklerini belirten Dursun, ‘‘Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, Karadeniz erkeğinin sürekli kadınları çalıştırdığını, kendisinin ise kahvehanede oturduğunu söylerler. Ben kadınların yük hayvanı gibi kullanılmasını kabul etmem. Bu karara şimdiden bütün köy erkekleri uymaya başladı. Hiç kimsenin buna karşı çıkacağını sanmıyorum’’ dedi.
Köylü kadınlar da ‘‘Özellikle Karadeniz bölgesinde köy kadınlarının tamamına yakın bir kısmı yük taşıdığı için belfıtığı oluyor. Böyle kararlarla bunun önüne geçilmesi gerekir’’ dediler.
İhtiyar heyetinden örnek karar
Uluağaç Köyü ihtiyar heyeti, Başkan Erdoğan Dursun'un önerisini kabul ederek kadınların yük taşımasını yasakladı. Alınan karar doğrultusunda bundan sonra Uluağç Köyü'nde kadınlar yük taşımayacak. Yaş çay ve benzeri yükler at, eşek ve katır gibi yük hayvanlarıyla ya da araçlarla taşınacak.
Akil kadınlar
Yaz günlerinin çılgın karmaşası öncesi, dingin sahil kasabası kimliği ile Bodrum, dün sabah bizleri yolcu ediyor. Türkiye'den bir grup kadın, karşı kıyıya Kos Adası'na doğru yol alıyoruz.
Orada Yunanlı kadınlarla buluşuyor ve dört gün sürecek olan toplantılarımıza başlıyoruz.
Aramızda Türkiye ve Yunanistan'daki etkili kadın örgütlerinden temsilciler var. Yorgo Papandreu'nun Liani uğruna terk ettiği eşi Margerita Papandreu da aramızda.
Aslında bu girişimin fikir anası, Margerita Papandreu. Bir yıl önce gazeteci Zeynep Oral ile el ele verip iki halk arasında kadın diyoloğunu güçlendirmek için kolları sıvıyorlar.
Amaç, Ege'nin iki yakasında barış kültürünü yeşertmek.
Sadece kadın bakışının fark edebileceği iletişim köprülerini keşfetmek ve hayata geçirmek.
Dün sabah Türk kadınının temsilcilerinden oluşan 15 kişilik Türk kadın grubuyla Ege'nin karşı kıyısına açılıyoruz.
İyi niyetliyiz, hem de iddialı.
Ama hiç de kolay olmayan bir işe soyunduğumuzun herkes farkında.
Üstelik Ege, yine huzursuz.
* * *
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarda, üçüncü taraflar ne zaman çözüm diye bastırsalar, Atina kriz politikalarını devreye sokuveriyor.
Kâh hava sahası ihlalleri, kâh Kıbrıs, kâh Türkiye'nin Yunan topraklarına göz diktiği iddialarıyla...
Hele birileri çıkıp da, Türklerin haklarından söz etse, sorunları adil biçimde çözmekten dem vursa, kriz iyice tırmandırılıyor.
İşte bu kriz de, ABD'nin Kıbrıs konusunda Türk tezlerini ciddiye almaya başladığı bu döneme rastlıyor.
Ayrıca, Avrupa'da artık Yunanistan'ın Türkiye ile ilişkilerin önünü tıkamasından rahatsızlık sesleri yükseliyor.
Bu yüzden Atina, bir ay önce meydana gelen bir olayı, bir ay gizli tuttuktan sonra açıklıyor. Ve yeni bir kriz tırmandırarak, Türkiye'nin kendisinden toprak talep ettiği iddiasını uluslararası kamuoyuna kanıtlamak ve politikalarında haklı olduğunu göstermek istiyor.
* * *
Olay, 26 Mart'ta Ankara'daki Yunan Maslahatgüzarı'nın Ege'de Türk uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla Türk Dışişleri'ne gitmesiyle başlıyor.
Bunun üzerine, Maslahatgüzar'ın muhatap olduğu Türk diplomat, ‘‘Yunan helikopterleri de aidiyetleri belli olmayan dört adacık üzerinde uçuyor’’ diyor.
Yunanistan'ın bu tavrının oldu bitti olarak değerlendirildiğini, Türkiye'nin de bundan sıkıntı duyduğunu söylüyor.
İşte bu olay, Yunan Dışişleri tarafından pazartesi günü Lüksemburg'ta yapılan Avrupa Konseyi Toplantısı'na getiriliyor. Ve üç gündür Yunan medyası Türkiye'nin yayılmacı emellerinden söz ediyor.
* * *
Krizler taktik hesaplarda işe yarasa da, halkları birbirine düşman etmenin bedeli, her türlü kazançtan daha ağır oluyor. Asırlık düşmanlıklar, beklenmedik zamanlarda toplumsal bilince taşınabiliyor.
Sinirlensek de, sesimizi yükseltsek de, en savunmasız anlarda bir cümlecikle akrep gibi sokarak öldürücü darbeler indirmeye çalışsak da, biz kadınlar şiddet dışı çözümlerin ustasıyız.
İşte bu iddiayla iki gün Kos'ta, sonra da iki gün Bodrum'da masaya oturup çalışacağız.
‘‘Akil adamları’’nı bir araya getirmeyi deneyip de başaramayan iki toplumun, ‘‘akil kadınları’’ da var.
Biz onları bulup çıkartacağız.
Orada Yunanlı kadınlarla buluşuyor ve dört gün sürecek olan toplantılarımıza başlıyoruz.
Aramızda Türkiye ve Yunanistan'daki etkili kadın örgütlerinden temsilciler var. Yorgo Papandreu'nun Liani uğruna terk ettiği eşi Margerita Papandreu da aramızda.
Aslında bu girişimin fikir anası, Margerita Papandreu. Bir yıl önce gazeteci Zeynep Oral ile el ele verip iki halk arasında kadın diyoloğunu güçlendirmek için kolları sıvıyorlar.
Amaç, Ege'nin iki yakasında barış kültürünü yeşertmek.
Sadece kadın bakışının fark edebileceği iletişim köprülerini keşfetmek ve hayata geçirmek.
Dün sabah Türk kadınının temsilcilerinden oluşan 15 kişilik Türk kadın grubuyla Ege'nin karşı kıyısına açılıyoruz.
İyi niyetliyiz, hem de iddialı.
Ama hiç de kolay olmayan bir işe soyunduğumuzun herkes farkında.
Üstelik Ege, yine huzursuz.
* * *
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarda, üçüncü taraflar ne zaman çözüm diye bastırsalar, Atina kriz politikalarını devreye sokuveriyor.
Kâh hava sahası ihlalleri, kâh Kıbrıs, kâh Türkiye'nin Yunan topraklarına göz diktiği iddialarıyla...
Hele birileri çıkıp da, Türklerin haklarından söz etse, sorunları adil biçimde çözmekten dem vursa, kriz iyice tırmandırılıyor.
İşte bu kriz de, ABD'nin Kıbrıs konusunda Türk tezlerini ciddiye almaya başladığı bu döneme rastlıyor.
Ayrıca, Avrupa'da artık Yunanistan'ın Türkiye ile ilişkilerin önünü tıkamasından rahatsızlık sesleri yükseliyor.
Bu yüzden Atina, bir ay önce meydana gelen bir olayı, bir ay gizli tuttuktan sonra açıklıyor. Ve yeni bir kriz tırmandırarak, Türkiye'nin kendisinden toprak talep ettiği iddiasını uluslararası kamuoyuna kanıtlamak ve politikalarında haklı olduğunu göstermek istiyor.
* * *
Olay, 26 Mart'ta Ankara'daki Yunan Maslahatgüzarı'nın Ege'de Türk uçaklarının Yunan hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla Türk Dışişleri'ne gitmesiyle başlıyor.
Bunun üzerine, Maslahatgüzar'ın muhatap olduğu Türk diplomat, ‘‘Yunan helikopterleri de aidiyetleri belli olmayan dört adacık üzerinde uçuyor’’ diyor.
Yunanistan'ın bu tavrının oldu bitti olarak değerlendirildiğini, Türkiye'nin de bundan sıkıntı duyduğunu söylüyor.
İşte bu olay, Yunan Dışişleri tarafından pazartesi günü Lüksemburg'ta yapılan Avrupa Konseyi Toplantısı'na getiriliyor. Ve üç gündür Yunan medyası Türkiye'nin yayılmacı emellerinden söz ediyor.
* * *
Krizler taktik hesaplarda işe yarasa da, halkları birbirine düşman etmenin bedeli, her türlü kazançtan daha ağır oluyor. Asırlık düşmanlıklar, beklenmedik zamanlarda toplumsal bilince taşınabiliyor.
Sinirlensek de, sesimizi yükseltsek de, en savunmasız anlarda bir cümlecikle akrep gibi sokarak öldürücü darbeler indirmeye çalışsak da, biz kadınlar şiddet dışı çözümlerin ustasıyız.
İşte bu iddiayla iki gün Kos'ta, sonra da iki gün Bodrum'da masaya oturup çalışacağız.
‘‘Akil adamları’’nı bir araya getirmeyi deneyip de başaramayan iki toplumun, ‘‘akil kadınları’’ da var.
Biz onları bulup çıkartacağız.
Modern siyaset ve kadın
Önceki gün gazetedeki masamın üzerine bir kutu bırakılmıştı.
İçinden turuncu bir cerbera ile tüketici örgütlerinden gelen bir mesaj çıktı.
8 Mart Kadınlar Günü, 15 Mart Dünya Tüketiciler Günü için...
Tüm Tüketicileri Koruma Derneği üyesi kadınlar, ‘Türk halkına peynirin, sucuğun içinde bile bile dışkı yediren erkeklerle savaşarak, entrikalarla boğuşarak derneğin büyüdüğünü’ söylüyorlar yayınladıkları bildiride.
Kadınlar günü için çok sayıda çiçek aldım. Kadın dayanışmasını gene bahar renkleri simgeledi. Türkiye'de ve Dünya'da kadın hareketi çarpıcı bir renklilik içinde son yıllarda. Çok daha yaygın çok daha kapsamlı. Yaşamın en küçük koridorlarına nüfuz edecek kadar dinamik ve canlı.
Sivil toplum hareketleri içinde belki de en dinamik olanı.
90'ların çok belirgin bir gerçeği bu. Kadınlar, hayatın her alanında var olma çabasındalar.
Bergama'da çevreyi koruma direnişi...Kadınlar başı çekiyor.
Şiddet'e karşı örgütlenme için kadın duyarlılığı öne çıkıyor.
Tüketiciyi koruma, kadının doğal alanı artık. Barış, demokrasi, laiklik, eğitim ve daha iyi bir yaşam...Hızla yayılan kadın hareketinin siyasi değişimi yakaladığı alanlar bunlar.
80'lere kadar büyük çapta feminist eksenli olan kadın hareketi, bugün sivilleşmenin ve katılımın bütün modern normlarını keşfediyor.
Kadın, hayatın kıpırdanmalarına her zamankinden daha çok duyarlı.
Pekçok eksiğine, özelliklikle de eğitimdeki noksanlarına rağmen kadının doğası bugünün çeşitlenen dünyasını kavramaya çok daha yaktın sanki.
Çeşitlilikleri, farklılıkları birarada tutabilme ve de iletişim kurdurabilme becerisiyle bugünün karmaşık dünyasının denklemlerini çözmeye çok daha yatkın kadınlar.
Sanayi toplumlarının erkek ağırlıklı üretim biçimi standart insan görmek isterdi. Fabrikada vidayı hep aynı şekilde sıkan, ilişkiler aynılaştıkça rahat eden dolayısıyla tek tip düşünen insan tipinin dünyasıydı o. Toplumun yarısını oluşturan kadınları büyük oranda dışlayan bir dünya. Onu kalıplara tıkmaya çalışan bir zihniyet.
Bugünün dünyası, yeni üretim biçimleri ve yeni birey anlayışıyla dünün standart insan yaratma koyalcılığına başkaldırıyor.
Ve çeşitliliği keşfeden modern dünya, kadının düşünce biçimine, kadının ayırımlı yaklaşımına büyük oranda ihtiyaç duyuyor.
Bunun bilincine varan ülkeler, son yıllarda kadınları parlamentoya taşıyarak değişim hamlesindeki iddialarını vurguluyorlar. İngiltere'de Tony Blair. Fransa'da Jospin. Kadınlarla beraber siyaset yapmanın yeni ve modern yöntemlerini geliştiriyorlar.
Bu nedenle Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (KA.DER) Türkiye çapında başlattığı ‘Mutfak tamam, Sıra Siyasette’ kampanyasını canla başla desteklemeliyiz.
Kadınları siyasete taşımak, kadınları ülkenin geleceğinde daha fazla söz sahibi yapmak için. Sadece Meclis'te değil, yerel yönetimlerde de ağırlıklarını hissettirterek.
Dünya kadınlar günü kutlu olsun.
İçinden turuncu bir cerbera ile tüketici örgütlerinden gelen bir mesaj çıktı.
8 Mart Kadınlar Günü, 15 Mart Dünya Tüketiciler Günü için...
Tüm Tüketicileri Koruma Derneği üyesi kadınlar, ‘Türk halkına peynirin, sucuğun içinde bile bile dışkı yediren erkeklerle savaşarak, entrikalarla boğuşarak derneğin büyüdüğünü’ söylüyorlar yayınladıkları bildiride.
Kadınlar günü için çok sayıda çiçek aldım. Kadın dayanışmasını gene bahar renkleri simgeledi. Türkiye'de ve Dünya'da kadın hareketi çarpıcı bir renklilik içinde son yıllarda. Çok daha yaygın çok daha kapsamlı. Yaşamın en küçük koridorlarına nüfuz edecek kadar dinamik ve canlı.
Sivil toplum hareketleri içinde belki de en dinamik olanı.
90'ların çok belirgin bir gerçeği bu. Kadınlar, hayatın her alanında var olma çabasındalar.
Bergama'da çevreyi koruma direnişi...Kadınlar başı çekiyor.
Şiddet'e karşı örgütlenme için kadın duyarlılığı öne çıkıyor.
Tüketiciyi koruma, kadının doğal alanı artık. Barış, demokrasi, laiklik, eğitim ve daha iyi bir yaşam...Hızla yayılan kadın hareketinin siyasi değişimi yakaladığı alanlar bunlar.
80'lere kadar büyük çapta feminist eksenli olan kadın hareketi, bugün sivilleşmenin ve katılımın bütün modern normlarını keşfediyor.
Kadın, hayatın kıpırdanmalarına her zamankinden daha çok duyarlı.
Pekçok eksiğine, özelliklikle de eğitimdeki noksanlarına rağmen kadının doğası bugünün çeşitlenen dünyasını kavramaya çok daha yaktın sanki.
Çeşitlilikleri, farklılıkları birarada tutabilme ve de iletişim kurdurabilme becerisiyle bugünün karmaşık dünyasının denklemlerini çözmeye çok daha yatkın kadınlar.
Sanayi toplumlarının erkek ağırlıklı üretim biçimi standart insan görmek isterdi. Fabrikada vidayı hep aynı şekilde sıkan, ilişkiler aynılaştıkça rahat eden dolayısıyla tek tip düşünen insan tipinin dünyasıydı o. Toplumun yarısını oluşturan kadınları büyük oranda dışlayan bir dünya. Onu kalıplara tıkmaya çalışan bir zihniyet.
Bugünün dünyası, yeni üretim biçimleri ve yeni birey anlayışıyla dünün standart insan yaratma koyalcılığına başkaldırıyor.
Ve çeşitliliği keşfeden modern dünya, kadının düşünce biçimine, kadının ayırımlı yaklaşımına büyük oranda ihtiyaç duyuyor.
Bunun bilincine varan ülkeler, son yıllarda kadınları parlamentoya taşıyarak değişim hamlesindeki iddialarını vurguluyorlar. İngiltere'de Tony Blair. Fransa'da Jospin. Kadınlarla beraber siyaset yapmanın yeni ve modern yöntemlerini geliştiriyorlar.
Bu nedenle Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği'nin (KA.DER) Türkiye çapında başlattığı ‘Mutfak tamam, Sıra Siyasette’ kampanyasını canla başla desteklemeliyiz.
Kadınları siyasete taşımak, kadınları ülkenin geleceğinde daha fazla söz sahibi yapmak için. Sadece Meclis'te değil, yerel yönetimlerde de ağırlıklarını hissettirterek.
Dünya kadınlar günü kutlu olsun.
21'inci Yüzyıl kadınların olacak
Kadın ve erkek üzerinde araştırma yapan bilim adamları, önümüzdeki yeni yüzyılın kadınlara ait olacağı konusunda görüş birliğine varıyorlar. Bilim dergisi Focus'da yer alan rapora göre hem fiziksel dayanıklılık, hem de psikolojik yönden erkeklerden daha kuvvetli olduğu bilimsel olarak kanıtlanan kadınlar, 2000'li yıllarda dünyanın hakimi olacak. Bilimadamlarına göre kadınların günün birinde 'Süperkadın' olması işten bile değil.
Çoğu erkek olan bilimadamlarının araştırması, kadınların daha akıllı, daha sosyal yanı kuvvetli, insancıl, kendilerine saygılı, üretken, dayanıklı olduğunu ortaya koydu. Erkeklerin karşı cinse göre daha fazla kaza yapıp, intihar ettiğini, daha erken öldüğünü, daha çok hastalandığını, dayanıksız olduğunu kanıtlayan bilim adamları, yıllardır fiziksel olarak kadınlardan daha üstün olduğu bilinen erkeklerin bu dalda da geride kaldığını açıkladı.
Erkeklere göre sağlık ve fiziklerine daha fazla özen gösteren kadınların dayanıklılığıyla ilgili şu örnek veriliyor: ‘Soğuk bir günde kadınla, erkeği denize sokun. Erkeğin yüzmeden battığını belki de öldüğünü, kadının ise yüzerek, vücudundaki yağ sayesinde su yüzünde kaldığını ve yaşadığını göreceksiniz.’
Focus dergisinin ‘Kadınlar, dünya yönetimini ele geçirecek’ şeklinde geniş yer verdiği rapor, 2010 yılına kadar her 5 kadından 3'ünün eşlerine göre daha çok para kazanıp, evlerinin ‘direği’ olacağını vurguladı. Birçok kadının 20'li değil, 30'lu yaşlarında anne olmayı tercih ettiğini de yazan dergi, ‘Sperm bankaları’ sayesinde, çocuk doğurmak için artık erkeklere de gerek kalmadığını kaydederek, ‘Her iki cinsin üzerinde de büyük baskı var. Kadınlar, depresyona girdiğinde arkadaşları, doktorları, yakınlarıyla bunu konuşup rahatlarken, erkekler içlerine atarak, kendilerini mahvediyor. Yeni asırda erkekler arasındaki işsizlik oranı da tüm nedenlerle daha da artacak’ yorumunu yaptı.
Yeni asrın kadınlara ait olacağında ısrar eden bilim adamları, her kadının ‘Süperkadın’ olabileceğini öne sürdü.
Çoğu erkek olan bilimadamlarının araştırması, kadınların daha akıllı, daha sosyal yanı kuvvetli, insancıl, kendilerine saygılı, üretken, dayanıklı olduğunu ortaya koydu. Erkeklerin karşı cinse göre daha fazla kaza yapıp, intihar ettiğini, daha erken öldüğünü, daha çok hastalandığını, dayanıksız olduğunu kanıtlayan bilim adamları, yıllardır fiziksel olarak kadınlardan daha üstün olduğu bilinen erkeklerin bu dalda da geride kaldığını açıkladı.
Erkeklere göre sağlık ve fiziklerine daha fazla özen gösteren kadınların dayanıklılığıyla ilgili şu örnek veriliyor: ‘Soğuk bir günde kadınla, erkeği denize sokun. Erkeğin yüzmeden battığını belki de öldüğünü, kadının ise yüzerek, vücudundaki yağ sayesinde su yüzünde kaldığını ve yaşadığını göreceksiniz.’
Focus dergisinin ‘Kadınlar, dünya yönetimini ele geçirecek’ şeklinde geniş yer verdiği rapor, 2010 yılına kadar her 5 kadından 3'ünün eşlerine göre daha çok para kazanıp, evlerinin ‘direği’ olacağını vurguladı. Birçok kadının 20'li değil, 30'lu yaşlarında anne olmayı tercih ettiğini de yazan dergi, ‘Sperm bankaları’ sayesinde, çocuk doğurmak için artık erkeklere de gerek kalmadığını kaydederek, ‘Her iki cinsin üzerinde de büyük baskı var. Kadınlar, depresyona girdiğinde arkadaşları, doktorları, yakınlarıyla bunu konuşup rahatlarken, erkekler içlerine atarak, kendilerini mahvediyor. Yeni asırda erkekler arasındaki işsizlik oranı da tüm nedenlerle daha da artacak’ yorumunu yaptı.
Yeni asrın kadınlara ait olacağında ısrar eden bilim adamları, her kadının ‘Süperkadın’ olabileceğini öne sürdü.
Güneydoğu kadını
CHP Kadın Kolları, kadınların kendi sorunlarına konuşarak çözüm üretebilmek amacıyla bölge kurultayları başlatıyor. Kampanyanın temel sloganı; ‘‘Etkin çözüm için kadınlar konuşuyor’’. İlki 21 Şubat’ta Siirt’te gerçekleştirilecek kurultay projesi hakkında CHP Kadın Kolları Başkanı Güldal Okuducu bilgi verdi.
CHP Kadın Kolları, önümüzdeki dönemi çok daha etkin bir şekilde değerlendirmek için yoğun bir çalışma temposu içine girdi. Kadın sorunlarına bölgesel yaklaşımlarla eğilmeyi planlayan CHP Kadın Kolları, Siirt, Ankara, Denizli, Konya, Tekirdağ ve İstanbul’da düzenlenecek bölge kurultayları ile kadınların sorunlarına etkin bir biçimde sahip çıkarak bir sevgi ve paylaşım platformu oluşturmayı hedefliyor. 21 Şubat Cumartesi günü Siirt Kapalı Spor Salonu’nda gerçekleştirilecek ilk bölge kurultayına CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da katılacak.
CHP Kadın Kolları Başkanı Güldal Okuducu, Türkiye’nin okumuş, yazmış, düşünen anlayan ve ülkesinin nereye gittiğinin farkında olan ve sorunların çözümlerinin neler olduğunu anlayabilen kadınlarının boş durmaya haklarının olmadığını belirterek şöyle konuştu; ‘‘Önümüzdeki süreç yığınların kavranmasını gerektiren, birbirimizin dilini anlayabildiğimiz bir dönem olmalı. Bu kurultayların hepsinde aşağı yukarı benzer bir model sözkonusu. O bölgenin kadınları gelecekler, kendi iç planlarında öncelik verdikleri sorunları konuşacaklar. Siyasi partiler olarak seçim dönemlerinde birtakım taahhütlerde bulunuruz, bunun karşılığında aldığımız oy kadar da iş yapmaya çalışırız. Ama Türkiye’nin geride bıraktığı iktidar döneminden sonra bir sürü yaklaşımın değişmesi gerektiğini düşünüyoruz.’’
Peki projeye neden Güneydoğu’da başlanıyor? ‘‘Güneydoğu kadınını algılamanın Güneydoğu’daki sorunları çözmenin çok önemli bir adımı olduğunu düşündüyoruz‘ diyor Okuducu ve ekliyor: ‘ Bizim çalışmamız bir sosyal dayanışma projesi olarak ele alınmalı. Biz duyguları, düşünceleri ortaya çıkartıp paylaşmak ve birbirimizi sevmek ve anlamak için oradayız. Katılımımızı sürdürürken de bunun kalıcı bir yöntem olmadığını, ama çok önemli bir başlangıç olduğunu da söylemek istedik. Çünkü Güneydoğu’da kadın, bütün sorunları omuzlamakta, sıkıntıların en büyügünü taşımakta ve Güneydoğu’da kadın, kadın sorunlarının ızdıraplı çerçevesini ortaya koymaktadır. Biz kadın sorununu en ağır şekilde yakalamak istedik. Tabii diğer illerden de katılım olacak. Bölge kadınları sorunlarını konuşacaklar, kendi düşündükleri çözüm önerilerini sunacaklar. CHP Güneydoğu’da kadını dinleyecek, Güneydoğu kadınının acısını, umutlarını, kırgınlıklarını ya da çözümlerini almaya çalışacak.’’
Çalışmanın ikinci ayağında da İstanbul’da bir sempozyum düzenlenecek. Bu sempozyuma ön hazırlık olarak 28 Şubat’ta Dedeman Otel’de bir günlük toplantı düzenlenecek. Bu toplantıda öğretim üyesi, yazar, sanatçı, gazetecilerin görüşlerini alınacak. Sempozyumun temel başlıkları ele alınırken ayrıca CHP Kadın Kolları’nın daha önce 300 kadına yönelttiği anket raporu tartışılacak.
Güneydoğu kadını batıya bakıyor
Hanse, Eylem, Maşallah, Bahriye ve diğerleri. İstanbul'da olaylı geçen
8 Mart gününü onlarla birlikte Mardin'in Dargeçit ilçesinde kutladık. Anakültür'ün, Başbakanlık GAP Bölge Kalkınma İdaresi, Dargeçit Kaymakamlığı, Türkiye Kalkınma Vakfı'nın sponsorluğuyla gerçekleştirdiği Sevgi Şöleni'nde İstanbul ve Ankara'dan gelen 32 kadın Doğulu kadınlarla buluştu.
Sabahın erken saatlerinde Mardin'den yola çıktığımız otobüste, bölge kadınının koşullarını anlatan Dargeçitli Şükran ‘‘Çok geç kaldınız, keşke daha erken gelseydiniz’’ derken haklıydı galiba... Çünkü Dargeçit'te bizi sımsıcak ‘‘hoşgeldiniz’’lerle karşılayan kadınların bakışlarında umudun yanı sıra sorgulama vardı: ‘‘Şimdiye kadar neredeydiniz?’’
Yıllardan beri, çektikleri sıkıntıları paylaşmak, dertlerini anlatmak istemişlerdi. Onlar için seslerini batıya duyurmak o kadar zordu ki...
Güneydoğulu kadın, şimdi azalmış olsa da terör tehdidi altında yaşar. Hem tarlada, hem evde ağır işçi gibi çalıştığı yetmezmiş gibi töreler yakasını bırakmaz. Erkeklerin mutlak hakimiyeti altındadırlar. Hemen hemen her yıl bir çocuk doğurur. Peşpeşe gelen çocuklar nedeniyle pek çoğu hayatları boyunca üç ya da dört kez adet görür. Orta yaşın üzerindekilerin büyük bir çoğunluğu okuma, yazma bilmez.
SEVDA’NIN ANISINA
16 yaşında namus meselesi yüzünden ailesi tarafından öldürülen 16 yaşındaki Sevda Gök anısına geçtiğimiz yıl Şanlıurfa'da yine 8 Mart günü Sevgi Şöleni düzenleyen Anakültür'ün hareket noktası da zaten onlara ‘‘Yalnız değilsiniz’’ mesajını vermek. Bir gün için olsa bile onlarla dayanıştığını göstermek.
Yasemin'in rüyası
Yasemin, Dargeçit ÇATOM'da kilim yapıyor. Folklor giysisiyle görülen Yasemin, okumak ve ağır koşulların altında ezilen annesinden farklı olmak istiyor. ÇATOM onun için bir bilgi yuvası, evin dışında bir sığınak. Ona kilim dokumasını öğreten öğretmeni ise yakın bir dostu. İlki 1995 yılında Şanlıurfa'da kurulan ÇATOM'ların sayısı bugün 14. GAP İdaresi'nin hedefi 1998 yılına kadar bu merkezlerin sayısını 20'ye çıkarmak, 2000 yılında ise 500 bin kadına ulaşmak. Zamanla ÇATOM'ları sivil toplum kuruluşlarını devretmeyi planlayan GAP İdaresi yetkililerine göre bugün 58 yaşındaki bir kadının okuma yazma öğrenip, askerdeki oğluna mektup yazması bu merkezlerin ne denli gerekli olduğunu gösteriyor. ÇATOM'ları benimseyen kadınların zamanla bunlarla ilgili talepleri de artıyormuş. Hatta bazıları, bilgisayar ve İngilizce kursları, erkeklerin eğitilmesine yönelik programlar istiyormuş.
DERT ORTAKLARI
Doğulu kadın artık sesini duyurmak ve konuşmak istiyor. İlk kez görse de İstanbullu olsa da kadının kendi derdini paylaşacağını biliyor. Şükriye Tutkun ve Boğaziçi Üniversitesi'nden Nur Mardin, Midyatlı kadınlarla.
AYNALARA BAKMAK
Grafiker Muteber'in asimetrik ayna parçacıkları liseyi çevreleyen tellere asılıyor. Aynalara önce biz bakıyoruz sonra yanımızdakine tutuyoruz ve böylelikle yansımalar çoğalıyor.
Otobüsle Mardin'den iki saat uzaklıktaki Dargeçit ilçesine vardığımızda önce ÇATOM'da ağırlandık.
Yeri gelmişken ÇATOM'un (Çok Amaçlı Toplumsal Merkezi) ne anlama geldiğini açıklamam gerekiyor. GAP İdaresi tarafından oluşturulan ÇATOM'lar kadınların becerilerini geliştirmeye, üretime katılımlarını sağlamaya yönelik merkezler. 14 ile 50 yaşlarındaki kadınlara ulaşmayı hedefleyen ÇATOM'larda kadınlara okuma yazma, halıcılık, dikiş nakış, bebek bakımı kursları veriliyor. En önemlisi kadını bilinçlendirmek. ÇATOM'larla yakından ilgilenen bir GAP yetkilisinin bize anlattıkları ilginç: ‘‘Yörenin kadınlarının önce sorunlarını dile getirmelerini istiyoruz. Mesela doktora başvurduklarında çoğu kez somut olarak neden şikayetçi olduklarını söyleyemiyorlar. Karnı ağrısa bunu ifade edemez. ÇATOM'ların amacı onları evin dışına çekmek, başka dünyaların da varolduğunu göstermek aynı zamanda’’.
Dargeçit ÇATOM, İstanbul ve Ankara'dan gelen kadınlar için bir gelin evi gibi süslenmiş. Odalarında Dargeçitli kadınların kilimleri, nakışları sergileniyor. Dargeçit ne kadar kurak ve hüzünlüyse, kilimler, masa örtüleri, yorganlar inadına o kadar canlı, parlak. Kadınlar, renkli hayallerini günler boyunca kumaş parçalarına işlemişler sanki.ÇATOM'dan sonra ikinci durağımız Sevgi Şöleni'nin yapılacağı Dargeçit Lisesi. Onaya yürüyerek gidiyoruz. Yol boyunca bana 11 yaşındaki Eylem ile 14 yaşındaki Maşallah eşlik ediyor. Biri 8 Mart Kadın Günü'nü duymuş, diğeri ne olduğunu bilmiyor, Ancak ikisi de Dargeçit'te günlerden beri bir bayram havasının farkında. Eylem’in başı açık, okumak istiyor, öğretmen olacakmış. Maşallah ise kapalı ve Kur'an kursuna gidiyor. İlkokulu bitirmiş, belki gelecek yıl ortaokula devam edecek. Lisenin etrafı tellerle çevrili bahçesi kalabalık. Davullu zurnalı folklor ekibinin gösterisinden sonra şölen, Anakültür'un kurucularından Ceylan Orhun'un ve genç Kaymakam Ahmet Çınar'ın yaptıkları bir konuşmayla başlıyor. Liseli kızlar kendi yazdıkları şiirleri okuyorlar. Yazar Buket Uzuner ‘‘Ben hikaye ve roman yazıyorum. Ama hepimizin kendi hikayesi var, bunlara sahip çıkalım. Hikayelerimizin sonunu biz yazalım’’ diyerek kadınların kendi yazgılarına sahip çıkmalarını istiyor. Söylediklerini kürtçeye çeviren Leyla bunları ifade etmekte zorlanıyor biraz. Sabah Gazetesi'nden Seda Kaya ile antropolog Nevval Sevindi de kadınlara bazı şeyleri değiştirmeleri çağrısında bulunuyorlar. Şükriye Tutkun soprano sesiyle Arda Boyları ve Çökertme'yi söyleyince kadın, erkek herkes tempo tutuyor. Kalabalıktan şölen yerine giremeyen küçük çocukların kulakları girişe yerleştirilen dev hoparlörlerde. İyice kulaklarını yapıştırmışlar, Şükriye'nin berrak sesini dinliyorlar.
Dargeçitli kadınlar, okul binasında biz konuklarına şölenden sonra gerçek bir ziyafet veriyorlar. Pilav, tandır, ayran çorbası ve tabii ki içli köfte. Saat dörde doğru bizi uğurladıklarında mutlular ama gözlerinde aynı sorgulayan bakışlar ‘‘Bizi unutmayın’’.....
ŞÜKRİYE SAHNEDE
Midyat'taki Mar Barsavmu Kilisesi'ni gezerken Ave Maria aryasını söyleyerek neredeyse bizi ağlatan Şükriye, Dargeçitlileri de büyüledi.
CHP Kadın Kolları, önümüzdeki dönemi çok daha etkin bir şekilde değerlendirmek için yoğun bir çalışma temposu içine girdi. Kadın sorunlarına bölgesel yaklaşımlarla eğilmeyi planlayan CHP Kadın Kolları, Siirt, Ankara, Denizli, Konya, Tekirdağ ve İstanbul’da düzenlenecek bölge kurultayları ile kadınların sorunlarına etkin bir biçimde sahip çıkarak bir sevgi ve paylaşım platformu oluşturmayı hedefliyor. 21 Şubat Cumartesi günü Siirt Kapalı Spor Salonu’nda gerçekleştirilecek ilk bölge kurultayına CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da katılacak.
CHP Kadın Kolları Başkanı Güldal Okuducu, Türkiye’nin okumuş, yazmış, düşünen anlayan ve ülkesinin nereye gittiğinin farkında olan ve sorunların çözümlerinin neler olduğunu anlayabilen kadınlarının boş durmaya haklarının olmadığını belirterek şöyle konuştu; ‘‘Önümüzdeki süreç yığınların kavranmasını gerektiren, birbirimizin dilini anlayabildiğimiz bir dönem olmalı. Bu kurultayların hepsinde aşağı yukarı benzer bir model sözkonusu. O bölgenin kadınları gelecekler, kendi iç planlarında öncelik verdikleri sorunları konuşacaklar. Siyasi partiler olarak seçim dönemlerinde birtakım taahhütlerde bulunuruz, bunun karşılığında aldığımız oy kadar da iş yapmaya çalışırız. Ama Türkiye’nin geride bıraktığı iktidar döneminden sonra bir sürü yaklaşımın değişmesi gerektiğini düşünüyoruz.’’
Peki projeye neden Güneydoğu’da başlanıyor? ‘‘Güneydoğu kadınını algılamanın Güneydoğu’daki sorunları çözmenin çok önemli bir adımı olduğunu düşündüyoruz‘ diyor Okuducu ve ekliyor: ‘ Bizim çalışmamız bir sosyal dayanışma projesi olarak ele alınmalı. Biz duyguları, düşünceleri ortaya çıkartıp paylaşmak ve birbirimizi sevmek ve anlamak için oradayız. Katılımımızı sürdürürken de bunun kalıcı bir yöntem olmadığını, ama çok önemli bir başlangıç olduğunu da söylemek istedik. Çünkü Güneydoğu’da kadın, bütün sorunları omuzlamakta, sıkıntıların en büyügünü taşımakta ve Güneydoğu’da kadın, kadın sorunlarının ızdıraplı çerçevesini ortaya koymaktadır. Biz kadın sorununu en ağır şekilde yakalamak istedik. Tabii diğer illerden de katılım olacak. Bölge kadınları sorunlarını konuşacaklar, kendi düşündükleri çözüm önerilerini sunacaklar. CHP Güneydoğu’da kadını dinleyecek, Güneydoğu kadınının acısını, umutlarını, kırgınlıklarını ya da çözümlerini almaya çalışacak.’’
Çalışmanın ikinci ayağında da İstanbul’da bir sempozyum düzenlenecek. Bu sempozyuma ön hazırlık olarak 28 Şubat’ta Dedeman Otel’de bir günlük toplantı düzenlenecek. Bu toplantıda öğretim üyesi, yazar, sanatçı, gazetecilerin görüşlerini alınacak. Sempozyumun temel başlıkları ele alınırken ayrıca CHP Kadın Kolları’nın daha önce 300 kadına yönelttiği anket raporu tartışılacak.
Güneydoğu kadını batıya bakıyor
Hanse, Eylem, Maşallah, Bahriye ve diğerleri. İstanbul'da olaylı geçen
8 Mart gününü onlarla birlikte Mardin'in Dargeçit ilçesinde kutladık. Anakültür'ün, Başbakanlık GAP Bölge Kalkınma İdaresi, Dargeçit Kaymakamlığı, Türkiye Kalkınma Vakfı'nın sponsorluğuyla gerçekleştirdiği Sevgi Şöleni'nde İstanbul ve Ankara'dan gelen 32 kadın Doğulu kadınlarla buluştu.
Sabahın erken saatlerinde Mardin'den yola çıktığımız otobüste, bölge kadınının koşullarını anlatan Dargeçitli Şükran ‘‘Çok geç kaldınız, keşke daha erken gelseydiniz’’ derken haklıydı galiba... Çünkü Dargeçit'te bizi sımsıcak ‘‘hoşgeldiniz’’lerle karşılayan kadınların bakışlarında umudun yanı sıra sorgulama vardı: ‘‘Şimdiye kadar neredeydiniz?’’
Yıllardan beri, çektikleri sıkıntıları paylaşmak, dertlerini anlatmak istemişlerdi. Onlar için seslerini batıya duyurmak o kadar zordu ki...
Güneydoğulu kadın, şimdi azalmış olsa da terör tehdidi altında yaşar. Hem tarlada, hem evde ağır işçi gibi çalıştığı yetmezmiş gibi töreler yakasını bırakmaz. Erkeklerin mutlak hakimiyeti altındadırlar. Hemen hemen her yıl bir çocuk doğurur. Peşpeşe gelen çocuklar nedeniyle pek çoğu hayatları boyunca üç ya da dört kez adet görür. Orta yaşın üzerindekilerin büyük bir çoğunluğu okuma, yazma bilmez.
SEVDA’NIN ANISINA
16 yaşında namus meselesi yüzünden ailesi tarafından öldürülen 16 yaşındaki Sevda Gök anısına geçtiğimiz yıl Şanlıurfa'da yine 8 Mart günü Sevgi Şöleni düzenleyen Anakültür'ün hareket noktası da zaten onlara ‘‘Yalnız değilsiniz’’ mesajını vermek. Bir gün için olsa bile onlarla dayanıştığını göstermek.
Yasemin'in rüyası
Yasemin, Dargeçit ÇATOM'da kilim yapıyor. Folklor giysisiyle görülen Yasemin, okumak ve ağır koşulların altında ezilen annesinden farklı olmak istiyor. ÇATOM onun için bir bilgi yuvası, evin dışında bir sığınak. Ona kilim dokumasını öğreten öğretmeni ise yakın bir dostu. İlki 1995 yılında Şanlıurfa'da kurulan ÇATOM'ların sayısı bugün 14. GAP İdaresi'nin hedefi 1998 yılına kadar bu merkezlerin sayısını 20'ye çıkarmak, 2000 yılında ise 500 bin kadına ulaşmak. Zamanla ÇATOM'ları sivil toplum kuruluşlarını devretmeyi planlayan GAP İdaresi yetkililerine göre bugün 58 yaşındaki bir kadının okuma yazma öğrenip, askerdeki oğluna mektup yazması bu merkezlerin ne denli gerekli olduğunu gösteriyor. ÇATOM'ları benimseyen kadınların zamanla bunlarla ilgili talepleri de artıyormuş. Hatta bazıları, bilgisayar ve İngilizce kursları, erkeklerin eğitilmesine yönelik programlar istiyormuş.
DERT ORTAKLARI
Doğulu kadın artık sesini duyurmak ve konuşmak istiyor. İlk kez görse de İstanbullu olsa da kadının kendi derdini paylaşacağını biliyor. Şükriye Tutkun ve Boğaziçi Üniversitesi'nden Nur Mardin, Midyatlı kadınlarla.
AYNALARA BAKMAK
Grafiker Muteber'in asimetrik ayna parçacıkları liseyi çevreleyen tellere asılıyor. Aynalara önce biz bakıyoruz sonra yanımızdakine tutuyoruz ve böylelikle yansımalar çoğalıyor.
Otobüsle Mardin'den iki saat uzaklıktaki Dargeçit ilçesine vardığımızda önce ÇATOM'da ağırlandık.
Yeri gelmişken ÇATOM'un (Çok Amaçlı Toplumsal Merkezi) ne anlama geldiğini açıklamam gerekiyor. GAP İdaresi tarafından oluşturulan ÇATOM'lar kadınların becerilerini geliştirmeye, üretime katılımlarını sağlamaya yönelik merkezler. 14 ile 50 yaşlarındaki kadınlara ulaşmayı hedefleyen ÇATOM'larda kadınlara okuma yazma, halıcılık, dikiş nakış, bebek bakımı kursları veriliyor. En önemlisi kadını bilinçlendirmek. ÇATOM'larla yakından ilgilenen bir GAP yetkilisinin bize anlattıkları ilginç: ‘‘Yörenin kadınlarının önce sorunlarını dile getirmelerini istiyoruz. Mesela doktora başvurduklarında çoğu kez somut olarak neden şikayetçi olduklarını söyleyemiyorlar. Karnı ağrısa bunu ifade edemez. ÇATOM'ların amacı onları evin dışına çekmek, başka dünyaların da varolduğunu göstermek aynı zamanda’’.
Dargeçit ÇATOM, İstanbul ve Ankara'dan gelen kadınlar için bir gelin evi gibi süslenmiş. Odalarında Dargeçitli kadınların kilimleri, nakışları sergileniyor. Dargeçit ne kadar kurak ve hüzünlüyse, kilimler, masa örtüleri, yorganlar inadına o kadar canlı, parlak. Kadınlar, renkli hayallerini günler boyunca kumaş parçalarına işlemişler sanki.ÇATOM'dan sonra ikinci durağımız Sevgi Şöleni'nin yapılacağı Dargeçit Lisesi. Onaya yürüyerek gidiyoruz. Yol boyunca bana 11 yaşındaki Eylem ile 14 yaşındaki Maşallah eşlik ediyor. Biri 8 Mart Kadın Günü'nü duymuş, diğeri ne olduğunu bilmiyor, Ancak ikisi de Dargeçit'te günlerden beri bir bayram havasının farkında. Eylem’in başı açık, okumak istiyor, öğretmen olacakmış. Maşallah ise kapalı ve Kur'an kursuna gidiyor. İlkokulu bitirmiş, belki gelecek yıl ortaokula devam edecek. Lisenin etrafı tellerle çevrili bahçesi kalabalık. Davullu zurnalı folklor ekibinin gösterisinden sonra şölen, Anakültür'un kurucularından Ceylan Orhun'un ve genç Kaymakam Ahmet Çınar'ın yaptıkları bir konuşmayla başlıyor. Liseli kızlar kendi yazdıkları şiirleri okuyorlar. Yazar Buket Uzuner ‘‘Ben hikaye ve roman yazıyorum. Ama hepimizin kendi hikayesi var, bunlara sahip çıkalım. Hikayelerimizin sonunu biz yazalım’’ diyerek kadınların kendi yazgılarına sahip çıkmalarını istiyor. Söylediklerini kürtçeye çeviren Leyla bunları ifade etmekte zorlanıyor biraz. Sabah Gazetesi'nden Seda Kaya ile antropolog Nevval Sevindi de kadınlara bazı şeyleri değiştirmeleri çağrısında bulunuyorlar. Şükriye Tutkun soprano sesiyle Arda Boyları ve Çökertme'yi söyleyince kadın, erkek herkes tempo tutuyor. Kalabalıktan şölen yerine giremeyen küçük çocukların kulakları girişe yerleştirilen dev hoparlörlerde. İyice kulaklarını yapıştırmışlar, Şükriye'nin berrak sesini dinliyorlar.
Dargeçitli kadınlar, okul binasında biz konuklarına şölenden sonra gerçek bir ziyafet veriyorlar. Pilav, tandır, ayran çorbası ve tabii ki içli köfte. Saat dörde doğru bizi uğurladıklarında mutlular ama gözlerinde aynı sorgulayan bakışlar ‘‘Bizi unutmayın’’.....
ŞÜKRİYE SAHNEDE
Midyat'taki Mar Barsavmu Kilisesi'ni gezerken Ave Maria aryasını söyleyerek neredeyse bizi ağlatan Şükriye, Dargeçitlileri de büyüledi.
Marslı Nevin
İki Nevin var. Birinci Nevin, zor bir çocukluk ve gençlik geçirmiş olan. Çevresi tarafından ‘‘Marslı Nevin’’ olarak algılanan. İlişkilerinde, insanlarla iletişiminde sorunlar yaşayan.
Meseleleri erteleyen, görmezden gelen, kendisiyle yüzleşmeyen, gittikçe yalnızlaşan. Kendisini sıkışmış ve çaresiz hisseden, şefkat arayan ama bulamayan. Çoğumuz gibi yani. Ve 35 yaşında gelen o depresyon. Belki de o depresyon olmasaydı, Nevin dibe vurmasaydı, o depresyondan çıkmak için canını dişine
takmasaydı, kendi içinden başka bir şey çıkarmasaydı, fotoğrafa sardırmasaydı, New York'a gitmeseydi, bir polaroid sihirbazına dönüşmeseydi, polaroid sergileriyle uğraşmasaydı... Nevin Nevin'le barışmayacaktı... İkinci Nevin'le hiç tanışmayacaktı... Ama barıştı. Ben de ikinci Nevin'le tanıştım. Kendini çifte görüntülemekten zevk alan, fotoğrafı tablo gibi algılayan son derece derin biri. Abisi Şahin Kaygun kadar da yetenekli. Onu izlemeye devam edin.
Kendinizi Nevin olarak ilk hatırladığınızda neredesiniz, ne yapıyorsunuz?
- Adana'dayım. Ve babamdan dayak yiyorum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Korkuyorum. Sürekli ellerimle yüzümü, gözümü korumaya çalışıyorum. 12 yaşına kadar çocukluğum feci geçti benim. Hiç hoş kareler yok yani. Baba, idealist bir öğretmen, ama nasıl desem biraz sadist. Gerçi onun da zor bir hayatı olmuş, İnce Memet'teki Eşkıya Koca Ahmet'in oğluymuş. E kolay olmasa gerek!
Anne peki?
- Anne yok. Var da, bana hamileyken ayrılmışlar. Biz 8 kardeşiz. Biri erkek gerisi kız. En küçüğü benim. Boşanınca babam hepimizi almış. Köy Enstitüsü mezunu bu adam, anlatılanlara göre eskiden insanlara cenneti yaşatırmış. Biz sadece cehennem kısmını gördük...
Nasıl olur da mahkeme bütün çocukları babaya veriyor?
- Veriyor işte. Vermese de gider alır. Öyle bir adam. Zavallı annem mahalleye bile yaklaşamıyormuş.
Hepiniz babayla yaşıyorsunuz. Sonra?
- Bir öğretmen maaşıyla o kadar kişi nasıl yaşar? Yaşayamaz. Yolunu bulan evden kaçıyor. Abim Şahin (Kaygun) önce Gaziantep'te bir yatılı okula gidiyor, sonra İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar'a. O, öyle yırtıyor. Ablalarıma gelince, bir kısmı öğretmen oluyor, köylere mecburi hizmete gidiyor. Ben ise en küçüğüm ya. Babamın da birilerinden hırsını alması gerekiyor ya. Her gün dayak. 12 yaşıma kadar böyle. Sonra vın Ankara. Ablalarımın yanına gittim.
Babanız Ankara'ya gitmenize nasıl izin verdi?
- Bir gün beni hakikaten öldürmek üzereydi. Kimse de araya giremiyor, herkes adamdan korkuyor. Ona karşı çıkmak, ölüm fermanını imzalamak. Kayıp gitmek üzereydim ki, elinden kurtuldum, kendimi bir odaya kilitledim. Nasıl olduysa o olaydan sonra, gitmeme izin verdi.
Annenizle hiç görüşmediniz mi?
- 14 yaşımdan sonra senede bir kere. Zaten evlendi ve inzivaya çekildi.
Peki Ankara yılları?
- Ablalarla geçen bir hayat. 18 yaşında 5, 6 genç kız. Hepsi öğretmen. Ankara'da kimseyi tanımıyoruz. Zor günler. Yine de baba yok ya başta, cennet! Arkadaşlarım özenirdi: ‘‘Oh be. Ne güzel. Kardeşlerinle yaşıyorsun.’’ Ben onun derdinde değildim ki, anne, baba şefkati arıyorum. Ablalarım da çocuk. Bana ne şefkati verecekler? Yine de sonsuz minnettarım. Ortaokul, lise ve üniversiteyi Ankara'da okudum. Sonra da İstanbul'a geldim.
İstanbul'daki abiniz Şahin Kaygun'la ilişkileriniz nasıldı?
- Maalesef bire bir ilişkimiz hastalığında başladı. Daha önce yakınlaşma fırsatımız olmadı. Zaten bütün kardeşler dünyanın dört bir yanına dağılmıştık. Babadan olabildiğince uzağa! İki kişi Berlin'e gitti, biri Avustralya'ya, biz Ankara-İstanbul’a. Abimle birlikte 6 ay geçirdik. Hastalığından ölümüne kadar. Ben ve en büyük ablam eve yerleştik, diğer ablalar da gelip gidiyordu ama biz ikimiz sabittik.
2 YILDIR NEW YORK’TAYDI
Babaya ne oldu peki?
- Yeni öldü. Kanserden. Başında da üçüncü karısı vardı. Çocukken ona öfkeliydim, ama sonraları onu bir hasta olarak kabul ettim. Allah rahmet eylesin. Ne kadar hayatımın içine etmiş olsa da...
‘‘Çocukluğum zor geçti’’ diyen insanlara siz ne diyorsunuz? ‘‘Seninki de bir şey mi?’’ diyerek, kendi öykünüzü anlatıyor musunuz?
- Yok canım. Öyle bir terbiyesizlik yapmam. Acının ve zorluğun büyüğü yoktur. Herkes kendi sınırları içinde acı çekmiştir. Çeker. Ama Tanrı insana taşıyabileceğinden fazlasını vermiyor.
Êİstanbul'daki hayatınız nasıl şekillendi?
- Bin tane işte çalıştım: Sekreterlik, anketçilik, tezgahtarlık. Aklınıza ne gelirse. Çorap bile örüp, sattım. Son 10 senedir de profesyonel makyözlük yapıyorum. Ara vermediğim tek şey, resim yapmak ve fotoğraf çekmek. Son iki yıldır New York'taydım. Şimdi tek istediğim, abim gibi polaroid sergiler açmak ve kitaplar yapmak....
Kendini ifade edeceksin yoksa şişip ölürsün
35 yaşında ne oldu?
- Derin bir depresyon yaşadım.
Fark edince ne yaptınız?
- Bugüne kadar yapmadığımı: İçime baktım. Çünkü ilişkilerim yolunda değildi, insanlarla iletişim problemim vardı. Herkesin gözünde ben Marslı Nevin'dim. Niye Marslı Nevin? Hayatı ve kendimi daha iyi anlamak istedim.
İyi de bunun için kendinize nasıl bir yol seçtiniz?
- Kendimi ameliyat masasına yatırdım. İşte bir bıçak alıyorsun eline. Ve içine saplıyorsun. Dürüstçe içindekilere bakıyorsun. Yoksa bir işe yaramıyor. Ama çok acı çekiyorsun. Çünkü düşünmek istemediğin, kafanın tozlu raflarına gizlediğin, ertelediğin, yok saydığın her şey gözünün önüne geliyor. İnsanın kendisini kabul etmesi kolay olmuyor, zaman alıyor.
DOLABINDA İSKELET VARSA
Profesyonel destek aldınız mı?
- Yok denedim ama olmadı. Konuşamıyordum bile, sadece ağlıyordum. Sonra bir daha doktora gitmedim. Bol bol kitap okudum, yalnız kaldım. Hani ‘‘Dolabında bir iskelet varsa, onunla dans etmek zorundasın’’ derler ya, öyle yaptım. Belki benimki kadar derin sorunları olmayan biri hiç dans etmek zorunda kalmayabilir. Alırsın, atarsın o iskeleti. Ama eğer bir şeyleri halletmek, tepkilerinin altında neler yattığını görmek istiyorsan, dans etmek zorundasın.
Polaroid'ler ne zaman girdi hayatınıza?
- Bir sabah, polaroid çekmek istiyorum diye uyandım. Dayanılmaz bir istekle. Ve başladım.
‘‘Kendinle barışmak’’ projesi nasıl ortaya çıktı?
- Bir takım hünerleri var bu makinelerin. Üst üste kare çekebiliyor. Kurcalarken, tesadüfen keşfettim. Kendinizi çift görüntüleyebiliyorsunuz. Polaroid'e basarsınız, küt diye çıkar değil mi? Oysa ben makineyi kuruyorum, bütün ayarlarını yapıyorum, karşısına geçip kendimi çekiyorum. O kareyi hafızasına alıyor. Sonra yine ayarlıyorum ve öteki tarafa geçip yeniden çekiyorum. Fotoğraf, iki kareyi de çektikten sonra çıkıyor. Çok eğlenceli...
Belli ki bu proje depresyondan çıkmanıza yardımcı olmuş...
- Hem de nasıl. Boşuna adı ‘‘When Nevin met Heaven’’ (Nevin cennetle tanışınca) değil! Hayatta kalmak için, varsa yaratıcı bir tarafın ona tutunacaksın. Bir şeylerle meşgul olacaksın, üreteceksin, yaratacaksın. Bu polaroid olmaz da başka bir şey olur. Ama kendini ifade edeceksin, yoksa şişip ölürsün...
PROJENİN ADI KENDİNLE BARIŞMAK
Kupkuru. Ve tek. Kendimi böyle hissediyordum. İlk polaroid'deki gibi (sol üst köşedeki). Ölmeyişime şaşırıyor ve kızıyordum. Oysa, bir ölüydüm. Ama kendimi öldürecek cesaretim yoktu. Sonra dedim ki: ‘‘Madem ölmüyorsun. Devam et!’’ Bu da en iyi gerçeğe sığınmakla oluyor. Çünkü sadece gerçek, insanı özgürleştiriyor. Gittikçe kendinle iletişim kuruyorsun. Kendi sahiciliğini görüyorsun. Ve kendine gerçek değerini veriyorsun. Yeşeriyorsun. Bereket yani. Sonra kendini yoklama, tanıma ve barışma. Bu proje şunu fark etmemi sağladı: En büyük desteğin yine sensin. Seni ancak sen boktan çıkarırsın. Seni en iyi sen görebilir ve sevebilirsin...
Meseleleri erteleyen, görmezden gelen, kendisiyle yüzleşmeyen, gittikçe yalnızlaşan. Kendisini sıkışmış ve çaresiz hisseden, şefkat arayan ama bulamayan. Çoğumuz gibi yani. Ve 35 yaşında gelen o depresyon. Belki de o depresyon olmasaydı, Nevin dibe vurmasaydı, o depresyondan çıkmak için canını dişine
takmasaydı, kendi içinden başka bir şey çıkarmasaydı, fotoğrafa sardırmasaydı, New York'a gitmeseydi, bir polaroid sihirbazına dönüşmeseydi, polaroid sergileriyle uğraşmasaydı... Nevin Nevin'le barışmayacaktı... İkinci Nevin'le hiç tanışmayacaktı... Ama barıştı. Ben de ikinci Nevin'le tanıştım. Kendini çifte görüntülemekten zevk alan, fotoğrafı tablo gibi algılayan son derece derin biri. Abisi Şahin Kaygun kadar da yetenekli. Onu izlemeye devam edin.
Kendinizi Nevin olarak ilk hatırladığınızda neredesiniz, ne yapıyorsunuz?
- Adana'dayım. Ve babamdan dayak yiyorum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Korkuyorum. Sürekli ellerimle yüzümü, gözümü korumaya çalışıyorum. 12 yaşına kadar çocukluğum feci geçti benim. Hiç hoş kareler yok yani. Baba, idealist bir öğretmen, ama nasıl desem biraz sadist. Gerçi onun da zor bir hayatı olmuş, İnce Memet'teki Eşkıya Koca Ahmet'in oğluymuş. E kolay olmasa gerek!
Anne peki?
- Anne yok. Var da, bana hamileyken ayrılmışlar. Biz 8 kardeşiz. Biri erkek gerisi kız. En küçüğü benim. Boşanınca babam hepimizi almış. Köy Enstitüsü mezunu bu adam, anlatılanlara göre eskiden insanlara cenneti yaşatırmış. Biz sadece cehennem kısmını gördük...
Nasıl olur da mahkeme bütün çocukları babaya veriyor?
- Veriyor işte. Vermese de gider alır. Öyle bir adam. Zavallı annem mahalleye bile yaklaşamıyormuş.
Hepiniz babayla yaşıyorsunuz. Sonra?
- Bir öğretmen maaşıyla o kadar kişi nasıl yaşar? Yaşayamaz. Yolunu bulan evden kaçıyor. Abim Şahin (Kaygun) önce Gaziantep'te bir yatılı okula gidiyor, sonra İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar'a. O, öyle yırtıyor. Ablalarıma gelince, bir kısmı öğretmen oluyor, köylere mecburi hizmete gidiyor. Ben ise en küçüğüm ya. Babamın da birilerinden hırsını alması gerekiyor ya. Her gün dayak. 12 yaşıma kadar böyle. Sonra vın Ankara. Ablalarımın yanına gittim.
Babanız Ankara'ya gitmenize nasıl izin verdi?
- Bir gün beni hakikaten öldürmek üzereydi. Kimse de araya giremiyor, herkes adamdan korkuyor. Ona karşı çıkmak, ölüm fermanını imzalamak. Kayıp gitmek üzereydim ki, elinden kurtuldum, kendimi bir odaya kilitledim. Nasıl olduysa o olaydan sonra, gitmeme izin verdi.
Annenizle hiç görüşmediniz mi?
- 14 yaşımdan sonra senede bir kere. Zaten evlendi ve inzivaya çekildi.
Peki Ankara yılları?
- Ablalarla geçen bir hayat. 18 yaşında 5, 6 genç kız. Hepsi öğretmen. Ankara'da kimseyi tanımıyoruz. Zor günler. Yine de baba yok ya başta, cennet! Arkadaşlarım özenirdi: ‘‘Oh be. Ne güzel. Kardeşlerinle yaşıyorsun.’’ Ben onun derdinde değildim ki, anne, baba şefkati arıyorum. Ablalarım da çocuk. Bana ne şefkati verecekler? Yine de sonsuz minnettarım. Ortaokul, lise ve üniversiteyi Ankara'da okudum. Sonra da İstanbul'a geldim.
İstanbul'daki abiniz Şahin Kaygun'la ilişkileriniz nasıldı?
- Maalesef bire bir ilişkimiz hastalığında başladı. Daha önce yakınlaşma fırsatımız olmadı. Zaten bütün kardeşler dünyanın dört bir yanına dağılmıştık. Babadan olabildiğince uzağa! İki kişi Berlin'e gitti, biri Avustralya'ya, biz Ankara-İstanbul’a. Abimle birlikte 6 ay geçirdik. Hastalığından ölümüne kadar. Ben ve en büyük ablam eve yerleştik, diğer ablalar da gelip gidiyordu ama biz ikimiz sabittik.
2 YILDIR NEW YORK’TAYDI
Babaya ne oldu peki?
- Yeni öldü. Kanserden. Başında da üçüncü karısı vardı. Çocukken ona öfkeliydim, ama sonraları onu bir hasta olarak kabul ettim. Allah rahmet eylesin. Ne kadar hayatımın içine etmiş olsa da...
‘‘Çocukluğum zor geçti’’ diyen insanlara siz ne diyorsunuz? ‘‘Seninki de bir şey mi?’’ diyerek, kendi öykünüzü anlatıyor musunuz?
- Yok canım. Öyle bir terbiyesizlik yapmam. Acının ve zorluğun büyüğü yoktur. Herkes kendi sınırları içinde acı çekmiştir. Çeker. Ama Tanrı insana taşıyabileceğinden fazlasını vermiyor.
Êİstanbul'daki hayatınız nasıl şekillendi?
- Bin tane işte çalıştım: Sekreterlik, anketçilik, tezgahtarlık. Aklınıza ne gelirse. Çorap bile örüp, sattım. Son 10 senedir de profesyonel makyözlük yapıyorum. Ara vermediğim tek şey, resim yapmak ve fotoğraf çekmek. Son iki yıldır New York'taydım. Şimdi tek istediğim, abim gibi polaroid sergiler açmak ve kitaplar yapmak....
Kendini ifade edeceksin yoksa şişip ölürsün
35 yaşında ne oldu?
- Derin bir depresyon yaşadım.
Fark edince ne yaptınız?
- Bugüne kadar yapmadığımı: İçime baktım. Çünkü ilişkilerim yolunda değildi, insanlarla iletişim problemim vardı. Herkesin gözünde ben Marslı Nevin'dim. Niye Marslı Nevin? Hayatı ve kendimi daha iyi anlamak istedim.
İyi de bunun için kendinize nasıl bir yol seçtiniz?
- Kendimi ameliyat masasına yatırdım. İşte bir bıçak alıyorsun eline. Ve içine saplıyorsun. Dürüstçe içindekilere bakıyorsun. Yoksa bir işe yaramıyor. Ama çok acı çekiyorsun. Çünkü düşünmek istemediğin, kafanın tozlu raflarına gizlediğin, ertelediğin, yok saydığın her şey gözünün önüne geliyor. İnsanın kendisini kabul etmesi kolay olmuyor, zaman alıyor.
DOLABINDA İSKELET VARSA
Profesyonel destek aldınız mı?
- Yok denedim ama olmadı. Konuşamıyordum bile, sadece ağlıyordum. Sonra bir daha doktora gitmedim. Bol bol kitap okudum, yalnız kaldım. Hani ‘‘Dolabında bir iskelet varsa, onunla dans etmek zorundasın’’ derler ya, öyle yaptım. Belki benimki kadar derin sorunları olmayan biri hiç dans etmek zorunda kalmayabilir. Alırsın, atarsın o iskeleti. Ama eğer bir şeyleri halletmek, tepkilerinin altında neler yattığını görmek istiyorsan, dans etmek zorundasın.
Polaroid'ler ne zaman girdi hayatınıza?
- Bir sabah, polaroid çekmek istiyorum diye uyandım. Dayanılmaz bir istekle. Ve başladım.
‘‘Kendinle barışmak’’ projesi nasıl ortaya çıktı?
- Bir takım hünerleri var bu makinelerin. Üst üste kare çekebiliyor. Kurcalarken, tesadüfen keşfettim. Kendinizi çift görüntüleyebiliyorsunuz. Polaroid'e basarsınız, küt diye çıkar değil mi? Oysa ben makineyi kuruyorum, bütün ayarlarını yapıyorum, karşısına geçip kendimi çekiyorum. O kareyi hafızasına alıyor. Sonra yine ayarlıyorum ve öteki tarafa geçip yeniden çekiyorum. Fotoğraf, iki kareyi de çektikten sonra çıkıyor. Çok eğlenceli...
Belli ki bu proje depresyondan çıkmanıza yardımcı olmuş...
- Hem de nasıl. Boşuna adı ‘‘When Nevin met Heaven’’ (Nevin cennetle tanışınca) değil! Hayatta kalmak için, varsa yaratıcı bir tarafın ona tutunacaksın. Bir şeylerle meşgul olacaksın, üreteceksin, yaratacaksın. Bu polaroid olmaz da başka bir şey olur. Ama kendini ifade edeceksin, yoksa şişip ölürsün...
PROJENİN ADI KENDİNLE BARIŞMAK
Kupkuru. Ve tek. Kendimi böyle hissediyordum. İlk polaroid'deki gibi (sol üst köşedeki). Ölmeyişime şaşırıyor ve kızıyordum. Oysa, bir ölüydüm. Ama kendimi öldürecek cesaretim yoktu. Sonra dedim ki: ‘‘Madem ölmüyorsun. Devam et!’’ Bu da en iyi gerçeğe sığınmakla oluyor. Çünkü sadece gerçek, insanı özgürleştiriyor. Gittikçe kendinle iletişim kuruyorsun. Kendi sahiciliğini görüyorsun. Ve kendine gerçek değerini veriyorsun. Yeşeriyorsun. Bereket yani. Sonra kendini yoklama, tanıma ve barışma. Bu proje şunu fark etmemi sağladı: En büyük desteğin yine sensin. Seni ancak sen boktan çıkarırsın. Seni en iyi sen görebilir ve sevebilirsin...
Kadına şiddet
Kadın kuruluşları, 32 yaşındaki Şükran Gönenç'in kendini yakarak öldürmesini, Türkiye'deki binlerce namus cinayetinden biri olarak değerlendirdiler. Kadına şiddetin Türkiye'de devlet politikası olduğunu belirten Avukat Canan Arın, ‘‘Işılay Saygın'a saygılarla... Yeni Ceza Kanunu hazırlıyorum diyen Prof. Sulhi Dönmezer de bu haberi çerçeveletip assın’’ dedi.
Şükran Gönenç'in 32 yaşında kendini yakarak, yaşamına son vermesi, geleneklerle kuşatılmış kadınların üzerindeki baskıyı bir kez daha gözler önüne serdi. Çeşitli kadın kuruluşlarının başkanları, kadının bir cinsellik objesi olarak görülmesi ve ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtulması için insanlarımızın eğitilmesi gerektiğini söylediler. Kadın kuruluşları temsilcileri şunları söylediler:
ÇAĞDIŞI
ÇYDD Genel Başkanı Prof. Türkan Saylan Kadınlara Karşı Her türlü Ayrımcılığın Giderilmesi Uluslararası Sözleşmesi'ni imzalayan ülkemizin, yasalarda, geleneklerde, eğitimde ayrımcılığın her türlü kaldırılmasına yönelik taahhütleri var. Buna rağmen gelenekler, kadın-erkek ayrımı ve bekáret konusu başta olmak üzere kadınları aşağılayan, çağdışı görüşlerle sürüyor. Bu yalnızca erkekler için geçerli değil. Kadınlar da kendilerinin, ikinci sınıf insan olduklarını neredeyse kabul etmiş durumdalar. Ülkemizin çağdaşlaşması için kadın-erkek el ele vererek, bekáret, namus cinayetleri, kuma, berder edilme (Ölen erkeklerin kardeşiyle evlendirilme) gibi çağdışı, kadınları yok sayan, cariye sayan her türlü cumhuriyete yakışmayan davranışın yok edilmesi için savaş vermek zorundayız. Bu olay binlerce namus cinayetinden bir tanesidir. İntihar değil, bir cinayettir.
BİREY SAYILMIYOR
Barolar Birliği Kadın Komisyonu Başkanı Avukat Nazan Moroğlu Bu gibi üzücü olaylar, kadınların birey olduğunu kabul etmeyen, sadece cinselliği göz önünde tutan anlayışın dışa vurumu. Ülkedeki kadınlar üzerindeki bu anlayışın sona ermesi en büyük dileğimiz. Bunun için erkek ve kadın arasında, yaşamın her alanındaki eşitsizliğin kaldırılması politikaları bir an önce yaşama geçirilmeli. Erkekler, kadının da kendileriyle eşit bir birey oduğunu öğrenmeli.
TRAJEDİ
İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Aşartırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Necla Arat Şükran Gönenç'in yaşamına son vermesi, toplumun bekáret konusundaki, hastalıklı saplantısının yarattığı bir trajedidir. Daha önce de bekáret kontrolü yaptırılan genç kızlardan, ihtihar edenler olmuştu. Töre, gelenek ya da namus adı altında genç kızlara ve kadınlara yönelik çağdışı saldırıların bitmesi, toplumun bilinç altına yerleşmiş ilkel ve acımasız, sözde kültürel kalıpların mutlaka değişmesi gerekiyor. Bu da ancak eğitimin ve kafaların çağdaşlaşması ile sağlanabilir.
IŞILAY'A SAYGILARLA...
Avukat Canan Arın Işılay Saygın'a saygılarla... Yeni Ceza Kanunu hazırlıyorum diyen Prof. Sulhi Dönmezer de bu haberi çerçeveletip assın. Kadına yönelik şiddet, Türkiye'nin devlet politikasıdır. Kabineye bir tek kadın dahi almayan hükümetten kadın hakları, kadına yönelik şiddetin engellenmesi için ne beklersiniz? Şükran Gönenç olayı bir cinayettir. Gönenç'in öldürülmesiyle ilgili olarak, bu evliliğe engel olmaya kalkıp, daha önceki evliliğini hakaret olarak kullananlara karşı, hem ceza, hem tazminat davası açmak gerektiğini düşünüyorum.
Geride kalan
Aşkı uğruna, üzerine döktüğü benzini ateşleyip, ölümü seçen Şükran Gönenç 32 yaşında, bir çocuk annesiydi... Yaşamı boyunca darbe üzerine darbe yemişti... Yaşamıyla, ölümü arasındaki tek şey, sevgilisi Mehmet Gündüz'dü. Gündüz'ün Ailesi, 'Bakire gelin isteriz' deyince, ipi kopardı. Son darbeyi de sevdiği erkekten yemişti. Terkedildi, dışlandı. Bu kadarını kaldıramadı. Geride, kendisini öldüren alevlerin kavurduğu bir çift ayakkabı, üç yanmık kalem ve birkaç lira bozuk para bırakarak, korkunç bir ölüme gitti.
Uzman görüşü
Tipik bir psişik depresyon intiharı
SSK Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Dr. Özcan Eryüce, daha önce de iki kez intihar teşebbüsünde bulunan Şükran Gönenç'in kendini yakmasını ‘Tipik bir psişik depresyon intiharı’ olarak niteledi. Gönenç'in son günlerde art arda yaşadığı olayların intiharı hızlandırmış olabileceğini belirten Dr. Eryüce, ‘‘Bu tür hastalar, tedavi görmedikleri zaman küçük bir nedenle bile intihara gidebilirler. Gönenç'in yaşadığı olaylar da intiharında etken olabilir’’ dedi. Dr, Eryüce, ‘‘Daha önce iki kez intihara teşebbüs ettiği belirtilen Gönenç'in zaman zaman ruhsal problemler yaşadığı belli oluyor. Bu tür depresyonu olan hastaların muhakkak tedavi görmesi gerekir. Ruhsal gerginlik yaşayan kişiler, kesinlikle bir uzmana başvurarak, yardım almalılar’’ diye konuştu.
Şükran Gönenç'in 32 yaşında kendini yakarak, yaşamına son vermesi, geleneklerle kuşatılmış kadınların üzerindeki baskıyı bir kez daha gözler önüne serdi. Çeşitli kadın kuruluşlarının başkanları, kadının bir cinsellik objesi olarak görülmesi ve ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtulması için insanlarımızın eğitilmesi gerektiğini söylediler. Kadın kuruluşları temsilcileri şunları söylediler:
ÇAĞDIŞI
ÇYDD Genel Başkanı Prof. Türkan Saylan Kadınlara Karşı Her türlü Ayrımcılığın Giderilmesi Uluslararası Sözleşmesi'ni imzalayan ülkemizin, yasalarda, geleneklerde, eğitimde ayrımcılığın her türlü kaldırılmasına yönelik taahhütleri var. Buna rağmen gelenekler, kadın-erkek ayrımı ve bekáret konusu başta olmak üzere kadınları aşağılayan, çağdışı görüşlerle sürüyor. Bu yalnızca erkekler için geçerli değil. Kadınlar da kendilerinin, ikinci sınıf insan olduklarını neredeyse kabul etmiş durumdalar. Ülkemizin çağdaşlaşması için kadın-erkek el ele vererek, bekáret, namus cinayetleri, kuma, berder edilme (Ölen erkeklerin kardeşiyle evlendirilme) gibi çağdışı, kadınları yok sayan, cariye sayan her türlü cumhuriyete yakışmayan davranışın yok edilmesi için savaş vermek zorundayız. Bu olay binlerce namus cinayetinden bir tanesidir. İntihar değil, bir cinayettir.
BİREY SAYILMIYOR
Barolar Birliği Kadın Komisyonu Başkanı Avukat Nazan Moroğlu Bu gibi üzücü olaylar, kadınların birey olduğunu kabul etmeyen, sadece cinselliği göz önünde tutan anlayışın dışa vurumu. Ülkedeki kadınlar üzerindeki bu anlayışın sona ermesi en büyük dileğimiz. Bunun için erkek ve kadın arasında, yaşamın her alanındaki eşitsizliğin kaldırılması politikaları bir an önce yaşama geçirilmeli. Erkekler, kadının da kendileriyle eşit bir birey oduğunu öğrenmeli.
TRAJEDİ
İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Aşartırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Necla Arat Şükran Gönenç'in yaşamına son vermesi, toplumun bekáret konusundaki, hastalıklı saplantısının yarattığı bir trajedidir. Daha önce de bekáret kontrolü yaptırılan genç kızlardan, ihtihar edenler olmuştu. Töre, gelenek ya da namus adı altında genç kızlara ve kadınlara yönelik çağdışı saldırıların bitmesi, toplumun bilinç altına yerleşmiş ilkel ve acımasız, sözde kültürel kalıpların mutlaka değişmesi gerekiyor. Bu da ancak eğitimin ve kafaların çağdaşlaşması ile sağlanabilir.
IŞILAY'A SAYGILARLA...
Avukat Canan Arın Işılay Saygın'a saygılarla... Yeni Ceza Kanunu hazırlıyorum diyen Prof. Sulhi Dönmezer de bu haberi çerçeveletip assın. Kadına yönelik şiddet, Türkiye'nin devlet politikasıdır. Kabineye bir tek kadın dahi almayan hükümetten kadın hakları, kadına yönelik şiddetin engellenmesi için ne beklersiniz? Şükran Gönenç olayı bir cinayettir. Gönenç'in öldürülmesiyle ilgili olarak, bu evliliğe engel olmaya kalkıp, daha önceki evliliğini hakaret olarak kullananlara karşı, hem ceza, hem tazminat davası açmak gerektiğini düşünüyorum.
Geride kalan
Aşkı uğruna, üzerine döktüğü benzini ateşleyip, ölümü seçen Şükran Gönenç 32 yaşında, bir çocuk annesiydi... Yaşamı boyunca darbe üzerine darbe yemişti... Yaşamıyla, ölümü arasındaki tek şey, sevgilisi Mehmet Gündüz'dü. Gündüz'ün Ailesi, 'Bakire gelin isteriz' deyince, ipi kopardı. Son darbeyi de sevdiği erkekten yemişti. Terkedildi, dışlandı. Bu kadarını kaldıramadı. Geride, kendisini öldüren alevlerin kavurduğu bir çift ayakkabı, üç yanmık kalem ve birkaç lira bozuk para bırakarak, korkunç bir ölüme gitti.
Uzman görüşü
Tipik bir psişik depresyon intiharı
SSK Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Dr. Özcan Eryüce, daha önce de iki kez intihar teşebbüsünde bulunan Şükran Gönenç'in kendini yakmasını ‘Tipik bir psişik depresyon intiharı’ olarak niteledi. Gönenç'in son günlerde art arda yaşadığı olayların intiharı hızlandırmış olabileceğini belirten Dr. Eryüce, ‘‘Bu tür hastalar, tedavi görmedikleri zaman küçük bir nedenle bile intihara gidebilirler. Gönenç'in yaşadığı olaylar da intiharında etken olabilir’’ dedi. Dr, Eryüce, ‘‘Daha önce iki kez intihara teşebbüs ettiği belirtilen Gönenç'in zaman zaman ruhsal problemler yaşadığı belli oluyor. Bu tür depresyonu olan hastaların muhakkak tedavi görmesi gerekir. Ruhsal gerginlik yaşayan kişiler, kesinlikle bir uzmana başvurarak, yardım almalılar’’ diye konuştu.
Kadının erkeğe duyduğu aşk
Kadının aşkı
Kadın erkek arasındaki ilişki aslında parametreleri son derece sınırlı olan, basit bir ilişkidir. Ancak hem erkekler, hem de kadınlar bu konuda teori yapmaktan, tartışmaktan nedense çok ama çok fazla hoşlanıyorlar.
Bu Hürriyet Gazetesi'nin bana kesin garezi var, yemin ediyorum.
Bazen öyle bir haber koyuyorlar ki gazeteye, benim gibi kötümser bir insan bile ‘‘Acaba, acaba yaşamda bir umut ihtimali tekrar yakalanır mı’’ diye kısa süreli olsa da mutluluk duyabiliyor.
Şimdi açıkça şunu belirtmeliyim. Ben 17 yıllık gazeteciyim. Dolayısıyla bende mesleki deformasyon var.
Yani katiyen hiçbir habere inanmam. Gazetede yer alsa da inanmam, haberi kendim yazsam da inanmam. Çünkü haberi veren kişi bir yerde bir şekilde mutlaka yalan söylüyordur, palavra atıyordur.
Böyle bakarım meseleye.
Durum böyle olunca da haberden kolay kolay etkilenmem.
* * *
Ancak buna rağmen geçtiğimiz pazartesi günü bizim Hürriyet'i açınca beşici sayfada beni geçici şoka sokan haberi gördüm.
‘‘Kadının Aşkı Dört Yıl Sürüyor’’du haberin başlığı.
İlk önce hemen heyecanlanmadım aslında. Haberi bizim Dış Haberler Servisi imzalamıştı.
Bizim Dış Haberler Servisi kadın hákimiyeti altında olan bir yerdir.
Servisin müdürü erkek de olsa bu fark etmez.
Dış Haberler'in kadınlarını kızdırmak iyi bir şey değildir ve bunu bilen şefler de fazla ses çıkarmadan onların her istediği haberi istedikleri şekilde yapmalarını izler. (En azından ben şefken böyle yapıp canımı kurtardım, şimdiki müdüre de aynı şeyi tavsiye ederim.)
‘Kadının aşkı’ ile ilgili bir haber söz konusu olduğundan acaba kızgın bir anlarında kendileri mi yazdı bu haberi diye şüpheyle baktım.
Değilmiş. Haber Sunday Times kaynaklı ve şöyle başlıyor:
‘‘Kadının aşık olmasını sağlayan beyin kimyasalları, 3 yıl içinde tükeniyor. Bundan sonraki bir yıl içinde ise kadın aşkın bittiğini kavramaya ve yeni aşklar bulmak üzere çevresine bakmaya başlıyor. Ardından da ayrılık ve boşanma davası geliyor.’’
Yani kadınlar seri monogamistlermiş.
Evet böyle diyordu haberde.
* * *
Hemen bir toplama çıkarma işlemi yaptım. Sonra bu sayfayı düzenli bir şekilde kestim.
Kırtasiyeciye gidip son derece şık bir dosya aldım.
Sayfayı dosyaladım.
Bir tepsiye tek bir gül ve bu dosyayı koyup, içerde telefonda birilerine bir şeyler bağırmakta olan Rana'nın yanına gittim.
Ve belediye onayına göre 8 aydır, fiili duruma göre de 6 yıldır ayrı olmamız gerektiğini, bunun bilimin bir emri olduğunu söyledim.
Ayrıca kendisinin bilime bu kadar aykırı davranarak yanlış yaptığını, kaçırdığı zamanı telafi edebilmesi için elini çabuk tutması gerektiğini, bunca zamandır yanlış yapmakta olduğundan dolayı üzülmesine gerek olmadığını çünkü zararın neresinden dönülse kár olacağını, resmi nikáh tarihini göz önüne aldığı takdirde kaçırdığı zamana bakıp moralinin fazla bozulmayacağını da söyledim.
Ve beni hemen terk ederek bilime uygun yaşam tarzını benimsemesini beklemeye başladım.
Bir süre vereceği cevabı kafasında tarttı.
Anladığım kadarıyla Rana haberleri benden de az ciddiye alıyor.
Çünkü ‘‘Ben ne bilime ne de gazete haberine inanırım. Şimdi bana çay koy’’ dedi ve yeni bir numara çevirerek bu kez de farklı birilerine telefonda bağırmaya başladı.
* * *
Umut dolu mutluluğum kısa ama yoğun sürmüştü.
Sonra düşündüm de kadının erkeğe duyduğu aşk 4 yıl içinde kendi kendisini imha edecek genetik bir programa sahipse acaba erkeklerde bu süre neydi, bunu merak ettim.
Bütün bilimsel veriler bunun 17 dakika ile 23 dakika arasında bir sürede olacağını gösteriyor.
Yani anlayacağınız evlilik denilen bu tek dişi kalmış canavar kurum maksimum 4 yıl 23 dakika süreceği kesin olarak bilinen bir toplam aşkı 10 yıl, 20 yıl ve hatta ölüm şansını yakalayamayanlar için 30 yıl sürdürme iddiasıyla var ortada.
Üstelik de aşkı ilk üç yıl içinde biten, dördüncü yılını da bunu fark etmekle geçiren (fark etmeleri neden bu kadar uzun sürüyor bunu da anlamak mümkün değil) kadınların ısrarıyla sürüyor bu kurum hemen her durumda.
Erkeklerin manevi bir vahşet altında olduklarını söylediğimde bana kızanlar bu son bilimsel haberden sonra umarım bana hak vermişlerdir
Kadın erkek arasındaki ilişki aslında parametreleri son derece sınırlı olan, basit bir ilişkidir. Ancak hem erkekler, hem de kadınlar bu konuda teori yapmaktan, tartışmaktan nedense çok ama çok fazla hoşlanıyorlar.
Bu Hürriyet Gazetesi'nin bana kesin garezi var, yemin ediyorum.
Bazen öyle bir haber koyuyorlar ki gazeteye, benim gibi kötümser bir insan bile ‘‘Acaba, acaba yaşamda bir umut ihtimali tekrar yakalanır mı’’ diye kısa süreli olsa da mutluluk duyabiliyor.
Şimdi açıkça şunu belirtmeliyim. Ben 17 yıllık gazeteciyim. Dolayısıyla bende mesleki deformasyon var.
Yani katiyen hiçbir habere inanmam. Gazetede yer alsa da inanmam, haberi kendim yazsam da inanmam. Çünkü haberi veren kişi bir yerde bir şekilde mutlaka yalan söylüyordur, palavra atıyordur.
Böyle bakarım meseleye.
Durum böyle olunca da haberden kolay kolay etkilenmem.
* * *
Ancak buna rağmen geçtiğimiz pazartesi günü bizim Hürriyet'i açınca beşici sayfada beni geçici şoka sokan haberi gördüm.
‘‘Kadının Aşkı Dört Yıl Sürüyor’’du haberin başlığı.
İlk önce hemen heyecanlanmadım aslında. Haberi bizim Dış Haberler Servisi imzalamıştı.
Bizim Dış Haberler Servisi kadın hákimiyeti altında olan bir yerdir.
Servisin müdürü erkek de olsa bu fark etmez.
Dış Haberler'in kadınlarını kızdırmak iyi bir şey değildir ve bunu bilen şefler de fazla ses çıkarmadan onların her istediği haberi istedikleri şekilde yapmalarını izler. (En azından ben şefken böyle yapıp canımı kurtardım, şimdiki müdüre de aynı şeyi tavsiye ederim.)
‘Kadının aşkı’ ile ilgili bir haber söz konusu olduğundan acaba kızgın bir anlarında kendileri mi yazdı bu haberi diye şüpheyle baktım.
Değilmiş. Haber Sunday Times kaynaklı ve şöyle başlıyor:
‘‘Kadının aşık olmasını sağlayan beyin kimyasalları, 3 yıl içinde tükeniyor. Bundan sonraki bir yıl içinde ise kadın aşkın bittiğini kavramaya ve yeni aşklar bulmak üzere çevresine bakmaya başlıyor. Ardından da ayrılık ve boşanma davası geliyor.’’
Yani kadınlar seri monogamistlermiş.
Evet böyle diyordu haberde.
* * *
Hemen bir toplama çıkarma işlemi yaptım. Sonra bu sayfayı düzenli bir şekilde kestim.
Kırtasiyeciye gidip son derece şık bir dosya aldım.
Sayfayı dosyaladım.
Bir tepsiye tek bir gül ve bu dosyayı koyup, içerde telefonda birilerine bir şeyler bağırmakta olan Rana'nın yanına gittim.
Ve belediye onayına göre 8 aydır, fiili duruma göre de 6 yıldır ayrı olmamız gerektiğini, bunun bilimin bir emri olduğunu söyledim.
Ayrıca kendisinin bilime bu kadar aykırı davranarak yanlış yaptığını, kaçırdığı zamanı telafi edebilmesi için elini çabuk tutması gerektiğini, bunca zamandır yanlış yapmakta olduğundan dolayı üzülmesine gerek olmadığını çünkü zararın neresinden dönülse kár olacağını, resmi nikáh tarihini göz önüne aldığı takdirde kaçırdığı zamana bakıp moralinin fazla bozulmayacağını da söyledim.
Ve beni hemen terk ederek bilime uygun yaşam tarzını benimsemesini beklemeye başladım.
Bir süre vereceği cevabı kafasında tarttı.
Anladığım kadarıyla Rana haberleri benden de az ciddiye alıyor.
Çünkü ‘‘Ben ne bilime ne de gazete haberine inanırım. Şimdi bana çay koy’’ dedi ve yeni bir numara çevirerek bu kez de farklı birilerine telefonda bağırmaya başladı.
* * *
Umut dolu mutluluğum kısa ama yoğun sürmüştü.
Sonra düşündüm de kadının erkeğe duyduğu aşk 4 yıl içinde kendi kendisini imha edecek genetik bir programa sahipse acaba erkeklerde bu süre neydi, bunu merak ettim.
Bütün bilimsel veriler bunun 17 dakika ile 23 dakika arasında bir sürede olacağını gösteriyor.
Yani anlayacağınız evlilik denilen bu tek dişi kalmış canavar kurum maksimum 4 yıl 23 dakika süreceği kesin olarak bilinen bir toplam aşkı 10 yıl, 20 yıl ve hatta ölüm şansını yakalayamayanlar için 30 yıl sürdürme iddiasıyla var ortada.
Üstelik de aşkı ilk üç yıl içinde biten, dördüncü yılını da bunu fark etmekle geçiren (fark etmeleri neden bu kadar uzun sürüyor bunu da anlamak mümkün değil) kadınların ısrarıyla sürüyor bu kurum hemen her durumda.
Erkeklerin manevi bir vahşet altında olduklarını söylediğimde bana kızanlar bu son bilimsel haberden sonra umarım bana hak vermişlerdir
Bir sanat eseri olmuş
Başbakan, Rahşan Hanım'a yeni evleri hakkındaki ilk yorumunu bu cümleyle yaptı:
Kraliçe'nin doğum günü dolayısıyla 3 hafta önce İngiliz Büyükelçiliğinin verdiği resepsiyonda karşılaştığımız Rahşan Ecevit, alçak bir ses tonuyla şöyle diyor:
‘‘Size bir sürprizim var. Ben sizi arayacağım...’’
Gazeteciliğin getirdiği merak ile ipucu almamıza izin vermiyor, ‘‘Bekleyin’’ demekle yetiniyor.
Aradan bir hafta geçiyor. Hiçbir bağlantı olanağı bulunamıyor.
Bu sırada DSP'den, ‘‘Rahşan Ecevit bir aydır partiye gelmiyor. Hiçbir işle ilgilenmiyor, hükümetten bir rahatsızlığı mı var?’’ soruları yayılıyor.
Sonunda Rahşan Ecevit'in partideki sekreteri salı günü arayıp Genel Başkan Yardımcısının telefon edeceğini, gazetede olup olmadığımı kontrol için aradığını söylüyor.
Merakımız daha da artıyor, ancak beklenen telefon bir türlü gelmiyor.
‘‘Hikmet Uluğbay'ın intihar girişimi dolayısıyla açıklamasını askıya almış olabilir’’ düşüncesine kapılıyoruz.
Çarşamba günü Rahşan Ecevit arıyor ve şöyle diyor:
‘‘Size sürprizimi yarın yapacağım, saat 18.00'de evde bekliyorum...’’
Fotomuhabiri arkadaşımız Volkan Yıldırım ile birlikte Or-an Sitesinin yolunu tutuyoruz.
Ecevitlerin evine doğru giderken, Yıldız Çolpan Sokağın girişindeki Başbakanlık Korumaları dikkatimizi çekiyor.
Rahşan Ecevit'in bizi beklediğini söylediğimizde 18 nolu binanın önüne getiriyorlar. Dış kapıdaki diafona basıldığında soldaki evin kapısında Rahşan Ecevit görülüyor.
Merdivenlerden inip dış kapıya kadar gelerek bizi karşılıyor...
Kapıya geldiğimizde içerden yayılan mis gibi kitap kokusu bizi kendine çekiyor...
Rahşan Ecevit gülerek şöyle diyor:
‘‘İşte sürprizim...’’
Kapının girişinde, Bayan Ecevit'in tahminine göre en az 100 yaşında olan büyük bir ayna duruyor.
Başbakan Bülent Ecevit'in büyükdedesi ve büyükannesinden hatıra kalmış.
Aynanın çatısının ortasındaki gül işlemeli motiflerinin arasında yer alan ‘‘F-A’’ ise Ecevit'in büyükannesi ve büyükbabasının isimlerinin başharfleriymiş.
Rahşan Ecevit, diğer evin deposunda tahtakurularının istilasına uğrayan aynayı kurtarmış. Vernikletip, bazı küçük kırıklarını tamir ettirmiş.
Antreden bir merdiven ile inilen salonun ilk girişinde muhteşem ağaç oymadan kendimizi koparamıyoruz.
KİTAPLAR KİTAPLAR
Altında Endonezya eski Başbakan Yardımcısı Adam Malik'in imzası var.
Rahşan Ecevit, üç boyutlu ağaç oymayı Adam Malik'in Başbakan Bülent Ecevit'e hediye ettiğini söylüyor.
Yanında ise Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden aldıklarım iki tablo.
Salonun tüm duvarları kitaplıkla kaplanmış. Rafları tıklım tıklım dolduran yüzlerce kitap...
Birçoğu antika niteliğinde.
Hepsi konularına ve yazarlarına göre tasnif edilmiş. Rafların altlarına yapışkan sarı kağıtların üzerine her bir bölümün adı yazılmış.
Rahşan Ecevit, bu bantların daha sonra metal plakalar ile değiştirileceğini söylüyor.
Rafların bazıları büyük yapılmış, içlerine vazolar, yapma bebekler ve minyatürler yerleştirilmiş.
Yerde birbirine uyumlu üç kilim. Rahşan Hanım, kilimlerin yıllarca dolap üzerlerinde katlı kaldığını, ilk kez ortaya çıktığını söylüyor. Hatta espri de yapıyor:
‘‘Diğer evde bu kadar çok şeyin olduğuna biz de inanamadık...’’
Salonun tam ortasında bir sehpa ve ahşap 4 saldalye.
Bayan Ecevit, sehpayı hazır aldığını, sandalyeleri ise kendi dizayn edip yaptırdığını söylüyor.
Salonun bahçeye açılan kapısının üzerindeki kitaplık bölümü kasetler, CD'ler ve bazı belgesel dökümanlarla doldurulmuş. Onlar da kendi içinde tasnif edilmiş, sırtları bantlanmış.
Hemen yanında ise bir televizyon. Onun da yanında içi çiçekle dolu asırlık bir mangal.
Rahşan hanım, bakırını parlattırdığı asırlık mangalın annesinden kaldığını açıklıyor.
Tam karşıda ise bir merdivenle çıkılan yemek odası. Odanın üç duvarı da kitaplık. Köşede bir masa ve üzerinde bir telefon. Tam karşısında ise bir Hint köşesi.
Burayı Başbakan Bülent Ecevit'in çalışma mekanı olarak düzenlemiş.
HİNT KÖŞESİ
Hint Köşesine çevrilmiş duvarın yarısı da kitaplık yapılmış. Üzerinde ahşaptan oyulmuş bir Hint fili. Duvarda ise bir Hint kızını tasvir eden tablo ve yanında mükemmel renklerle bezenmiş vitray. Küçük kitaplıkta ise Hint yazarların eserleri...
Yemek odasına açılan küçük odanın duvarları da kitaplarla kaplı. Rafları henüz boş. Bayan Ecevit, bazı dosyaların burada arşivleneceğini söylüyor.
Hemen yanındaki oda da aynı durumda. Karşısındaki büyük banyonun bütün malzemesi sokülmüş. Hemen yanındaki küçük banyo ise yenilenmiş ve aynen korunmuş.
Hemen karşısında ise kitabın bulunmadığı tek oda yer alıyor.
İçinde iki kişilik bir yatak ve bir elbise dolabı.
Bu koridor bizi tekrar antreye ulaştırıyor. Sağ taraftaki mutfak da tamamen yenilenmiş.
Mutfağın balkonu PVC ile kapatılmış, içine ahşap dolapla kaplanmış kombi cihazı ve şaraplık konulmuş.
Mutfağın duvarında ise Hollandalı bir kızın mutfaktaki çalışmasını anlatan tablo. Eşi ile en çok bu tabloyu sevdiklerini söylüyor.
Salona açılan ve tek merdiven ile inilen oda içimizi ısıtıyor.
Rahşan Ecevit en çok bu odayı sevdiğini söylüyor. Saatlerce kapanıp kitap okuduğunu belirtiyor, ‘‘Kendimi alamıyorum’’ diyor.
İçindeki kitapların bazıları tarihi eser niteliğinde. Hepsinin ciltleri sapasağlam.
Salondaki sandalyelere oturuyoruz. Sehpanın üzerindeki sedef kakma bir kutunun içi tesbihlerle dolu.
Rahşan Ecevit evin hikayesini anlatmaya başlıyor:
‘‘Eski eve sığamaz olduk. Kitaplar karton kutuların içinde üst üste bir haldeydi. Aradığımızı bulamıyorduk. Geçen yıl bu evi bulduk. Biraz pazarlıkla satın aldık. Bir yıla yakın süredir boş duruyordu. Seçim sonrası karar verdim ve kolları sıvayıp işe koyuldum...’’
Evin tabanındaki halıdan, rafların kahverengi tonuna, sandalyelerin dizaynından, masa tercihine, karoları, aydınlatma sistemine kadar hepsi elinden çıkmış.
Sonra kitapların tasnifine sıra gelmiş. ‘‘Yüzlerce kitabı tek tek ayırmak kolay iş değildi’’ diye söze başlıyor ve devam ediyor:
‘‘Bilkent Üniversitesinden, tanıdık beş genç yardımcı oldu. Hepsini birlikte tasnif ettik. Diğer evde ne var ne yok hepsini indirdik. Kilimler vazolar tek tek elden geçti. 1,5 ay sadece burayla ilgilendim. Partiye bile gitmedim. İşte bu hale geldi...’’
Dikkatimizi Bülent Ecevit'in hiçbir kitabının raflarda bulunmamış olması çekiyor.
Rahşan hanım ‘‘Bülent'in kitaplarını diğer evde tutacağız, buraya getirmedik’’ açıklamasında bulunuyor.
Pasta ve çay ikramından sonra bizi bahçeye davet ediyor. Küçük bir balkon haline getirdiği bahçe çıkışına hasır cam bütünleşmesinin en iyi örneğinin verildiği masa sandalye takımı konmuş.
Şimdi sıranın bahçeyi dizayn etmeye geldiğini belirterek sözlerini sürdürüyor:
‘‘Diğer eve doğalgaz ve kombi sistemi yaptırıyoruz. Binada bir tek biz kaldık. Bir süre inşaat olacağı için bu evde yaşayacağız. Daha sonra diğer evde oturmaya devam edeceğiz, burayı da kitaplık olarak kullanacağız...’’
Rahşan hanıma, ‘‘Evi dizayn ederken Başbakan'ın bir katkısı oldu mu?’’ diye soruyoruz. Şu ilginç yanıtı veriyor:
‘‘Böyle bir iş yaptığımı biliyordu. Ama kendisine iş biticeye kadar burayı göstermedim. Bittiğinde getirip gösterdim. Bana, 'bir sanat eseri olmuş' dedi.’’
Kütüphane haline getirdikleri eve bir isim verip vermedikleri sorusuna ise şöyle karşılık veriyor:
‘‘Bülent bey buraya 'arşiv' diyor...’’
Ardından devam ediyor:
‘‘Burası sadece bizim kullandığımız bir yer olmayacak. Araştırma yapmak isteyen gençlere, bilim adamlarına, gazetecilere burayı açacağız. İstedikleri an gelip burada kitap okuyup çalışma yapabilecekler...’’
İki saate yakın süre kaldığımız evden, eşine ender rastlanan kitaplara dokunup, kapaklarını açıp okumanın yarattığı haz ve onların ciğerlerimizi dolduran mis gibi kokusuyla ayrılıyoruz...
Kraliçe'nin doğum günü dolayısıyla 3 hafta önce İngiliz Büyükelçiliğinin verdiği resepsiyonda karşılaştığımız Rahşan Ecevit, alçak bir ses tonuyla şöyle diyor:
‘‘Size bir sürprizim var. Ben sizi arayacağım...’’
Gazeteciliğin getirdiği merak ile ipucu almamıza izin vermiyor, ‘‘Bekleyin’’ demekle yetiniyor.
Aradan bir hafta geçiyor. Hiçbir bağlantı olanağı bulunamıyor.
Bu sırada DSP'den, ‘‘Rahşan Ecevit bir aydır partiye gelmiyor. Hiçbir işle ilgilenmiyor, hükümetten bir rahatsızlığı mı var?’’ soruları yayılıyor.
Sonunda Rahşan Ecevit'in partideki sekreteri salı günü arayıp Genel Başkan Yardımcısının telefon edeceğini, gazetede olup olmadığımı kontrol için aradığını söylüyor.
Merakımız daha da artıyor, ancak beklenen telefon bir türlü gelmiyor.
‘‘Hikmet Uluğbay'ın intihar girişimi dolayısıyla açıklamasını askıya almış olabilir’’ düşüncesine kapılıyoruz.
Çarşamba günü Rahşan Ecevit arıyor ve şöyle diyor:
‘‘Size sürprizimi yarın yapacağım, saat 18.00'de evde bekliyorum...’’
Fotomuhabiri arkadaşımız Volkan Yıldırım ile birlikte Or-an Sitesinin yolunu tutuyoruz.
Ecevitlerin evine doğru giderken, Yıldız Çolpan Sokağın girişindeki Başbakanlık Korumaları dikkatimizi çekiyor.
Rahşan Ecevit'in bizi beklediğini söylediğimizde 18 nolu binanın önüne getiriyorlar. Dış kapıdaki diafona basıldığında soldaki evin kapısında Rahşan Ecevit görülüyor.
Merdivenlerden inip dış kapıya kadar gelerek bizi karşılıyor...
Kapıya geldiğimizde içerden yayılan mis gibi kitap kokusu bizi kendine çekiyor...
Rahşan Ecevit gülerek şöyle diyor:
‘‘İşte sürprizim...’’
Kapının girişinde, Bayan Ecevit'in tahminine göre en az 100 yaşında olan büyük bir ayna duruyor.
Başbakan Bülent Ecevit'in büyükdedesi ve büyükannesinden hatıra kalmış.
Aynanın çatısının ortasındaki gül işlemeli motiflerinin arasında yer alan ‘‘F-A’’ ise Ecevit'in büyükannesi ve büyükbabasının isimlerinin başharfleriymiş.
Rahşan Ecevit, diğer evin deposunda tahtakurularının istilasına uğrayan aynayı kurtarmış. Vernikletip, bazı küçük kırıklarını tamir ettirmiş.
Antreden bir merdiven ile inilen salonun ilk girişinde muhteşem ağaç oymadan kendimizi koparamıyoruz.
KİTAPLAR KİTAPLAR
Altında Endonezya eski Başbakan Yardımcısı Adam Malik'in imzası var.
Rahşan Ecevit, üç boyutlu ağaç oymayı Adam Malik'in Başbakan Bülent Ecevit'e hediye ettiğini söylüyor.
Yanında ise Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden aldıklarım iki tablo.
Salonun tüm duvarları kitaplıkla kaplanmış. Rafları tıklım tıklım dolduran yüzlerce kitap...
Birçoğu antika niteliğinde.
Hepsi konularına ve yazarlarına göre tasnif edilmiş. Rafların altlarına yapışkan sarı kağıtların üzerine her bir bölümün adı yazılmış.
Rahşan Ecevit, bu bantların daha sonra metal plakalar ile değiştirileceğini söylüyor.
Rafların bazıları büyük yapılmış, içlerine vazolar, yapma bebekler ve minyatürler yerleştirilmiş.
Yerde birbirine uyumlu üç kilim. Rahşan Hanım, kilimlerin yıllarca dolap üzerlerinde katlı kaldığını, ilk kez ortaya çıktığını söylüyor. Hatta espri de yapıyor:
‘‘Diğer evde bu kadar çok şeyin olduğuna biz de inanamadık...’’
Salonun tam ortasında bir sehpa ve ahşap 4 saldalye.
Bayan Ecevit, sehpayı hazır aldığını, sandalyeleri ise kendi dizayn edip yaptırdığını söylüyor.
Salonun bahçeye açılan kapısının üzerindeki kitaplık bölümü kasetler, CD'ler ve bazı belgesel dökümanlarla doldurulmuş. Onlar da kendi içinde tasnif edilmiş, sırtları bantlanmış.
Hemen yanında ise bir televizyon. Onun da yanında içi çiçekle dolu asırlık bir mangal.
Rahşan hanım, bakırını parlattırdığı asırlık mangalın annesinden kaldığını açıklıyor.
Tam karşıda ise bir merdivenle çıkılan yemek odası. Odanın üç duvarı da kitaplık. Köşede bir masa ve üzerinde bir telefon. Tam karşısında ise bir Hint köşesi.
Burayı Başbakan Bülent Ecevit'in çalışma mekanı olarak düzenlemiş.
HİNT KÖŞESİ
Hint Köşesine çevrilmiş duvarın yarısı da kitaplık yapılmış. Üzerinde ahşaptan oyulmuş bir Hint fili. Duvarda ise bir Hint kızını tasvir eden tablo ve yanında mükemmel renklerle bezenmiş vitray. Küçük kitaplıkta ise Hint yazarların eserleri...
Yemek odasına açılan küçük odanın duvarları da kitaplarla kaplı. Rafları henüz boş. Bayan Ecevit, bazı dosyaların burada arşivleneceğini söylüyor.
Hemen yanındaki oda da aynı durumda. Karşısındaki büyük banyonun bütün malzemesi sokülmüş. Hemen yanındaki küçük banyo ise yenilenmiş ve aynen korunmuş.
Hemen karşısında ise kitabın bulunmadığı tek oda yer alıyor.
İçinde iki kişilik bir yatak ve bir elbise dolabı.
Bu koridor bizi tekrar antreye ulaştırıyor. Sağ taraftaki mutfak da tamamen yenilenmiş.
Mutfağın balkonu PVC ile kapatılmış, içine ahşap dolapla kaplanmış kombi cihazı ve şaraplık konulmuş.
Mutfağın duvarında ise Hollandalı bir kızın mutfaktaki çalışmasını anlatan tablo. Eşi ile en çok bu tabloyu sevdiklerini söylüyor.
Salona açılan ve tek merdiven ile inilen oda içimizi ısıtıyor.
Rahşan Ecevit en çok bu odayı sevdiğini söylüyor. Saatlerce kapanıp kitap okuduğunu belirtiyor, ‘‘Kendimi alamıyorum’’ diyor.
İçindeki kitapların bazıları tarihi eser niteliğinde. Hepsinin ciltleri sapasağlam.
Salondaki sandalyelere oturuyoruz. Sehpanın üzerindeki sedef kakma bir kutunun içi tesbihlerle dolu.
Rahşan Ecevit evin hikayesini anlatmaya başlıyor:
‘‘Eski eve sığamaz olduk. Kitaplar karton kutuların içinde üst üste bir haldeydi. Aradığımızı bulamıyorduk. Geçen yıl bu evi bulduk. Biraz pazarlıkla satın aldık. Bir yıla yakın süredir boş duruyordu. Seçim sonrası karar verdim ve kolları sıvayıp işe koyuldum...’’
Evin tabanındaki halıdan, rafların kahverengi tonuna, sandalyelerin dizaynından, masa tercihine, karoları, aydınlatma sistemine kadar hepsi elinden çıkmış.
Sonra kitapların tasnifine sıra gelmiş. ‘‘Yüzlerce kitabı tek tek ayırmak kolay iş değildi’’ diye söze başlıyor ve devam ediyor:
‘‘Bilkent Üniversitesinden, tanıdık beş genç yardımcı oldu. Hepsini birlikte tasnif ettik. Diğer evde ne var ne yok hepsini indirdik. Kilimler vazolar tek tek elden geçti. 1,5 ay sadece burayla ilgilendim. Partiye bile gitmedim. İşte bu hale geldi...’’
Dikkatimizi Bülent Ecevit'in hiçbir kitabının raflarda bulunmamış olması çekiyor.
Rahşan hanım ‘‘Bülent'in kitaplarını diğer evde tutacağız, buraya getirmedik’’ açıklamasında bulunuyor.
Pasta ve çay ikramından sonra bizi bahçeye davet ediyor. Küçük bir balkon haline getirdiği bahçe çıkışına hasır cam bütünleşmesinin en iyi örneğinin verildiği masa sandalye takımı konmuş.
Şimdi sıranın bahçeyi dizayn etmeye geldiğini belirterek sözlerini sürdürüyor:
‘‘Diğer eve doğalgaz ve kombi sistemi yaptırıyoruz. Binada bir tek biz kaldık. Bir süre inşaat olacağı için bu evde yaşayacağız. Daha sonra diğer evde oturmaya devam edeceğiz, burayı da kitaplık olarak kullanacağız...’’
Rahşan hanıma, ‘‘Evi dizayn ederken Başbakan'ın bir katkısı oldu mu?’’ diye soruyoruz. Şu ilginç yanıtı veriyor:
‘‘Böyle bir iş yaptığımı biliyordu. Ama kendisine iş biticeye kadar burayı göstermedim. Bittiğinde getirip gösterdim. Bana, 'bir sanat eseri olmuş' dedi.’’
Kütüphane haline getirdikleri eve bir isim verip vermedikleri sorusuna ise şöyle karşılık veriyor:
‘‘Bülent bey buraya 'arşiv' diyor...’’
Ardından devam ediyor:
‘‘Burası sadece bizim kullandığımız bir yer olmayacak. Araştırma yapmak isteyen gençlere, bilim adamlarına, gazetecilere burayı açacağız. İstedikleri an gelip burada kitap okuyup çalışma yapabilecekler...’’
İki saate yakın süre kaldığımız evden, eşine ender rastlanan kitaplara dokunup, kapaklarını açıp okumanın yarattığı haz ve onların ciğerlerimizi dolduran mis gibi kokusuyla ayrılıyoruz...
Sevgili otomobilim
Otomobillerin yollarda sıra sıra dizileceği, insanların evlerinden çıkıp otomobillere bineceği, akşama kadar direksiyon başında oturacağı, sonra da inerek yeniden evlerine döneceği günler çok yakın.
Çünkü yol bitti.
İstanbul'da kuşkusuz işin sonuna gelinmiş değil. Çünkü mevcut yollar iyileştirilebilir, trafik çok daha akılcı bir biçimde yeniden düzenlenebilir, bazı bölgelere yeni yollar açılabilir.
Ama bu işin sonunun olmadığını kabul etmemiz gerekir.
Yol kapasitesindeki artış otomobil sayısındaki artışa yetişemiyor.
Elbette, istenirse her yere yol yapılabilir. Boğaziçi'nin üstüne yüzlerce köprü yapılabileceği gibi.
Fakat gerçek değişmez.
Kırk katırla kırk satır arasında bir tercih yapmak zorundayız.
İki yanından yol geçen, trafik gürültüsünden uyunamayan evlerde oturmaya razı olup sevgili arabamızı oturma odamıza park ederek mi yaşayacağız; yoksa o dört tekerlekli sevimli maden yığınıyla aramızdaki tutkulu aşk ilişkisine bir son mu vereceğiz?
Şimdi bu bir fıkra gibi gelebilir. Ama Tokyo, Singapur, Londra gibi şehirlerde bu meseleyi ciddi ciddi tartışıyorlar.
18403 sarı gül
Aman Allahım! O ne!
Gazetemizde bütün kadınların masasında bir sarı gül!
Hem de plastikten!
Kabus gerçek olabilir mi?
Bu sarı güller benim bir kabusum.
İnanmıyorsanız, bakınız, 26 Şubat tarihli gazetemizde neler neler yazmışım:
‘‘Temizel'in DSP İstanbul Belediye Başkanı, Mustafa Sarıgül'ün de DSP Şişli Belediye Başkanı adayı olduğunu öğreniyorum; o gece rüyamda ikisini görüyorum. Temizel sağ eliyle Sarıgül'ün sol elini yakalamış yukarı kaldırıyor, halka gülümsüyorlar. O temiz ellerle o sarı gülleri yan yana görünce kan ter içinde uyanıyorum...’’
İşte, söylediğim çıktı. Mustafa Sarıgül, 18 bin 403 kadının arasına beni de kattı, toplam 1 milyara mal ettiği o plastik sarı güllerden bana da gönderdi. (Bakınız s. 12, Tümer Yalçın’ın bugünkü yazısı).
Neyse ki Sarıgül'ün sarı güller dağıtan danışmanları İkitelli’deki gazete binalarına gelip bizim kata girdiklerinde arşivdeydim. Beni bulamadılar: Kabusun en kötü anında yine uyanıp kurtulmuştum.
Kendisine teşekkür ediyorum. Fakat esas onun bu güzel soyadı için büyükbabasına teşekkür etmesi gerekir.
Bakınız Bahçelievler Belediye Başkanı Saffet Bulut, karanfil dağıtmak zorunda kaldı. Bulut dağıtması zor olurdu tabii.
Bu sarı güller, bu karanfiller, kendilerine bol bol oy olarak geri döner inşallah.
Çünkü yol bitti.
İstanbul'da kuşkusuz işin sonuna gelinmiş değil. Çünkü mevcut yollar iyileştirilebilir, trafik çok daha akılcı bir biçimde yeniden düzenlenebilir, bazı bölgelere yeni yollar açılabilir.
Ama bu işin sonunun olmadığını kabul etmemiz gerekir.
Yol kapasitesindeki artış otomobil sayısındaki artışa yetişemiyor.
Elbette, istenirse her yere yol yapılabilir. Boğaziçi'nin üstüne yüzlerce köprü yapılabileceği gibi.
Fakat gerçek değişmez.
Kırk katırla kırk satır arasında bir tercih yapmak zorundayız.
İki yanından yol geçen, trafik gürültüsünden uyunamayan evlerde oturmaya razı olup sevgili arabamızı oturma odamıza park ederek mi yaşayacağız; yoksa o dört tekerlekli sevimli maden yığınıyla aramızdaki tutkulu aşk ilişkisine bir son mu vereceğiz?
Şimdi bu bir fıkra gibi gelebilir. Ama Tokyo, Singapur, Londra gibi şehirlerde bu meseleyi ciddi ciddi tartışıyorlar.
18403 sarı gül
Aman Allahım! O ne!
Gazetemizde bütün kadınların masasında bir sarı gül!
Hem de plastikten!
Kabus gerçek olabilir mi?
Bu sarı güller benim bir kabusum.
İnanmıyorsanız, bakınız, 26 Şubat tarihli gazetemizde neler neler yazmışım:
‘‘Temizel'in DSP İstanbul Belediye Başkanı, Mustafa Sarıgül'ün de DSP Şişli Belediye Başkanı adayı olduğunu öğreniyorum; o gece rüyamda ikisini görüyorum. Temizel sağ eliyle Sarıgül'ün sol elini yakalamış yukarı kaldırıyor, halka gülümsüyorlar. O temiz ellerle o sarı gülleri yan yana görünce kan ter içinde uyanıyorum...’’
İşte, söylediğim çıktı. Mustafa Sarıgül, 18 bin 403 kadının arasına beni de kattı, toplam 1 milyara mal ettiği o plastik sarı güllerden bana da gönderdi. (Bakınız s. 12, Tümer Yalçın’ın bugünkü yazısı).
Neyse ki Sarıgül'ün sarı güller dağıtan danışmanları İkitelli’deki gazete binalarına gelip bizim kata girdiklerinde arşivdeydim. Beni bulamadılar: Kabusun en kötü anında yine uyanıp kurtulmuştum.
Kendisine teşekkür ediyorum. Fakat esas onun bu güzel soyadı için büyükbabasına teşekkür etmesi gerekir.
Bakınız Bahçelievler Belediye Başkanı Saffet Bulut, karanfil dağıtmak zorunda kaldı. Bulut dağıtması zor olurdu tabii.
Bu sarı güller, bu karanfiller, kendilerine bol bol oy olarak geri döner inşallah.
Kadınlar, kadınlar
Baktım; polis bir kadını copla ite-kaka havada götürüyor, kadın avazı çıktığı kadar özgürce bağırıyor ve ağlıyor...
Hah, demek ki kadınlar günü...
İyi ki kadınlar gününde ne kadar kadın varsa vurmadılar...
Kadınlar, kadınlar...
Oldum-olası ağladılar...
*
Ben kadınlara güvenirim...
Eğer sırtımı korkusuzca dayayabileceğim bir tek dostum olacaksa, kadın olsun...
Her zaman, kadınların erkeklerden daha mert, daha yiğit, daha dürüst, daha ilkeli, daha sadık, daha dost olduklarına inanırım...
Bir kadının omuzu, bir erkeğin omuzundan daha güvenlidir...
Korkusuzca koyun başınızı...
Bir kale duvarı gibi sağlam, bir ova gibi geniş, bir çınar gibi yüce, bir volkan kadar güçlü, kuştüyü yastık kadar huzur verici...
*
Peki...
O ortalıkta dolaşan, siyasete el atıp berbat eden, ortalığı karıştıran, kimi zaman bir politikacının karısı, kimi zaman politikacının kendisi, ya da bir politikacının yalakası olarak karşımıza çıkan, süslü-püslü, geveze, arsız, utanmaz kadınlar ne?..
Kadınların yüz karası...
Zaten ben onlardan söz etmiyorum...
*
Ne de benim sözüm; aydınlık dünyaya doğru yol almak varken, ortaçağa dönmek isteyen, kendini esir konumuna sokmak için inatla direnen kadınlara...
Çağdaş olmak dururken, kendini çağdaşlığa kapatanlara sözüm yok...
Mustafa Kemal'in laik cumhuriyetinin verdiği kadın haklarını elinin tersi ile itip, kafasını şeriatın kara örtüsü altına sokmak için çaba harcayan kadınlara ne diyebiliriz?..
Kendisini mal sayan, miras hakkını tanımayan, insan yerine koyup tanıklığını dahi kabul etmeyen bir kara düzene bayılıyorlarsa ve oraya koşuyorlarsa ne diyeceksiniz, ne?..
Ben; yürekli, aydınlık yüzlü, gül kokulu, sevgi-şefkat dolu, yiğit, mert, ilkeli kadınlardan söz ediyorum...
Ben onları kale gibi sağlam omuzlarından tanırım...
*
Ya da mağrur yüzlerindeki tomurcuk tomurcuk yaştan...
Baktım; onu copla ite-kaka götürüyorlar, hah demek kadınlar günüdür...
Kadınlar, kadınlar...
Oldum-olası ağladılar...
Hah, demek ki kadınlar günü...
İyi ki kadınlar gününde ne kadar kadın varsa vurmadılar...
Kadınlar, kadınlar...
Oldum-olası ağladılar...
*
Ben kadınlara güvenirim...
Eğer sırtımı korkusuzca dayayabileceğim bir tek dostum olacaksa, kadın olsun...
Her zaman, kadınların erkeklerden daha mert, daha yiğit, daha dürüst, daha ilkeli, daha sadık, daha dost olduklarına inanırım...
Bir kadının omuzu, bir erkeğin omuzundan daha güvenlidir...
Korkusuzca koyun başınızı...
Bir kale duvarı gibi sağlam, bir ova gibi geniş, bir çınar gibi yüce, bir volkan kadar güçlü, kuştüyü yastık kadar huzur verici...
*
Peki...
O ortalıkta dolaşan, siyasete el atıp berbat eden, ortalığı karıştıran, kimi zaman bir politikacının karısı, kimi zaman politikacının kendisi, ya da bir politikacının yalakası olarak karşımıza çıkan, süslü-püslü, geveze, arsız, utanmaz kadınlar ne?..
Kadınların yüz karası...
Zaten ben onlardan söz etmiyorum...
*
Ne de benim sözüm; aydınlık dünyaya doğru yol almak varken, ortaçağa dönmek isteyen, kendini esir konumuna sokmak için inatla direnen kadınlara...
Çağdaş olmak dururken, kendini çağdaşlığa kapatanlara sözüm yok...
Mustafa Kemal'in laik cumhuriyetinin verdiği kadın haklarını elinin tersi ile itip, kafasını şeriatın kara örtüsü altına sokmak için çaba harcayan kadınlara ne diyebiliriz?..
Kendisini mal sayan, miras hakkını tanımayan, insan yerine koyup tanıklığını dahi kabul etmeyen bir kara düzene bayılıyorlarsa ve oraya koşuyorlarsa ne diyeceksiniz, ne?..
Ben; yürekli, aydınlık yüzlü, gül kokulu, sevgi-şefkat dolu, yiğit, mert, ilkeli kadınlardan söz ediyorum...
Ben onları kale gibi sağlam omuzlarından tanırım...
*
Ya da mağrur yüzlerindeki tomurcuk tomurcuk yaştan...
Baktım; onu copla ite-kaka götürüyorlar, hah demek kadınlar günüdür...
Kadınlar, kadınlar...
Oldum-olası ağladılar...
Şiddet hiddettendir!
Şiddete karşıyız! Bu, iki kere iki dört eder gibi biline. Bakın televizyonlardaki sokak röportajlarına; kimin ağzına mikrofon uzatsalar ‘‘Kadın dövülmez’’, ‘‘Şiddete karşıyım’’, ‘‘Bugüne kadar kimseye tek fiske vurmadım’’ türünden cevaplar duyarsınız. Çevrenizdeki herkese sorun, bir Allah'ın kulu çıkıp da ‘‘Evet, sinirlenince iki tokat atarım’’ demez, ama bu arada birileri sürekli dayak yer, o başka. Kim dadandı bunlara bilmem; dış mihrakların işi olabilir.
Ben şahsen şiddete karşı değilim, hatta çok severim. Bizim memleketimizde olmadığına (!) bakmayın, dünyanın her yerinde vardır ve olmalıdır. Şiddet olmadan dirlik düzenlik olmaz, ama öyle zırt pırt uygulanmaz tabii, yolu, yordamı, yeri, zamanı vardır. Şiddetin kimden geldiği de çok önemlidir. Mesela ‘‘Öğretmenin vurduğu yerde gül biter’’ deriz de, bir musluk tamircisini bu şekilde onore etmek aklımıza gelmez. Neden? Çünkü öğretmenler (tabii ki bazıları) şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz misali vurdukları yerde gül bitirme becerisine sahip insanüstü yaratıklardır. ‘‘Gül bitmek’’ sanıldığı gibi ‘‘çıkmak, yetişmek’’ anlamında değil de ‘‘Tükenmek, sona ermek, yok olmak’’ anlamında da olabilir, tabii eğer böyleyse senelerdir b.ku b.kuna dayak yemişiz demektir.
Sonra, biliyorsunuz ‘‘Şeriatın (sonradan ‘Adalet’in) kestiği parmak acımaz’’ derler. Bu sözü kimin söylediğini bilmiyorum. Gerçekten başından böyle bir tecrübe geçmiş biri söylediyse bir diyeceğim yok, ama parmağını ekmek keserken bile bir kez olsun bıçağa kaptırmamış biri çıkıp da söylediyse ben de ona ‘‘Bekára karı boşamak kolay’’ derim.
‘‘Şiddet kaçınılmaz’’
Yine laf nereden nereye geldi. Şiddeti savunuyordum... Evet, bazı durumlar vardır ki şiddet kaçınılmazdır.
Mesela siz Fenerbahçe'yi tutuyorsunuz ortalıkta size rağmen Galatasaray'ı tutanlar var ya da tam tersi. Ne yapmanız lazım? Aslında sizin tuttuğunuz takımın dışında kulüp kurma cüretini gösterenleri yok etmeniz lazım ama onlar çoktan ‘‘rahmetli’’ olmuşlar zaten. Siz en iyisi yakaladığınız taraftarı; artık maç çıkışı kapıda mı beklersiniz, yoksa bir tenhada mı kıstırırsınız, orası size kalmış, bir bir döverek yıldırma politikası güdün. Rakibinizin elinde kuru bir kulüp binası kalıncaya kadar devam edin. Biraz uzun sürebilir ama olsun, ‘‘Sabırla, koruk helva olur’’ derler. Ondan sonra sizin takımın maça falan çıkmasına da gerek kalmaz; hükmen galip olarak bu dünyaya kazık çakarsınız.
***
Evlisiniz, hem de 20 senelik. Akşama kadar çalışmışsınız, canınız burnunuzda eve geliyorsunuz; soyunup dökünüp koltuğunuza oturuyor, gazetenizi elinize alıyorsunuz. İlk sayfada sizi galeyana getirecek bir şey yok, iç sayfalarda da öyle. Arka sayfaya geliyorsunuz ve malum o resmi görüyorsunuz. Hani her gün sağ üst köşede, neredeyse gazetenin logosu gibi olmazsa olmaz o resmi... Resmin altındaki haber önemli değil, ‘‘Üçüncü cemre düştü’’, ya da ‘‘Artık çocuk doğurmak istiyor’’ gibi bir şeyler, zaten kimsenin okuduğu falan da yok. Evet, o resmi görüyorsunuz, bu arada göz ucuyla karşınızda oturmakta ya da ortalıkta gezinmekte olan yıllanmış karınıza bakıyorsunuz. ‘‘Hay Allah'ım, benimki kadınsa bu resimdeki ne? Resimdeki kadınsa, benimkine ne demeli?’’ şeklinde bir soru geliyor aklınıza. Ve siz farkında olmasanız da bilinçaltınıza ‘‘o gece karınızı dövmek’’ fikri yerleşiyor. Gerisi kolay zaten, ‘‘Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane...’’
***
Bir televizyon programına davet edildiniz, davete icabet ettiniz, anfi gibi hazırlanmış stüdyoda diğer konuklarla beraber sıra sıra dizildiniz. Göğsünüzde isminiz - soyadınız, elinizde mikrofon, konu ‘‘şiddet’’. Siz şiddet yanlısı değilsiniz, aslında orada bulunanların hiçbiri değil. Herkes fikir beyan ediyor, kimi başından geçeni anlatıyor, kimi ağlıyor... Önce tek tek konuşuyorsunuz, sonra hep bir ağızdan... Bu arada telefon bağlantısı var, telefondaki sizi azarlıyor, siz hepiniz telefondakini, kaptan hem sizi hem telefondakini... Hepiniz şiddete karşısınız, ama siz ‘‘en karşı’’sınız. Bunu nasıl anlatacaksınız? Herkesin sözünü kesin, bağırın, sövün, çağırın, tepinin, itekleyin, hatta dövün ‘‘sıkılıyorsa kapının önüne çıkalım’’ deyin (merak etmeyin, kaptan buna asla izin vermeyecektir; ne olacaksa stüdyoda olmasını tercih eder). Bu dediklerimi yaparsanız şiddete ‘‘en karşı’’ olduğunuzu açık ve seçik bir biçimde tüm Türkiye'ye anlatmış olursunuz.
***
Evlisiniz, hem de 20 senelik. Akşama kadar evde uğraştınız, didindiniz, nihayet akşam oldu. Kapıda yirmi senedir her akşam duyduğunuz anahtar sesi, kocanız geldi... 7300'üncü kez ayakkabılarını çıkarıp aynı yere koydu, 7300'üncü kez ‘‘Hoşbulduk’’ dedi, 7300'üncü kez başka hiçbir şey demedi, 7300'üncükez geçti, aynı koltuğa oturdu, 7300'üncü kez ‘‘yemek hazır mı’’ diye sordu, 7300'üncü kez gazetesini eline aldı, arka sayfa sağ üst köşedeki resme bakmaya başladı, 7300'üncü kez göz ucuyla size baktı, 7300'üncü kez masanın aynı yerine oturup hiç konuşmadan yemeğini yedi, 7300'üncü kez aynı koltukta, aynı pozisyonda televizyon seyretti, 7300'üncü kez televizyon karşısında uyukladı, 7300'üncü kez klozetin kapağını kaldırmadan işedi, 7300'üncü kez her zaman aynı renk olan pijamalarını giydi, 7300'üncü kez yatağın aynı yerine yattı, 7300'üncü kez beş dakika geçmeden horlamaya başladı... Ve siz ilk kez bir çaydanlık kaynar suyu götürüp kocanızın kafasına döktünüz. Aslında siz şiddete karşısınız, bunu neden yaptığınızı biliyorum.
Kocanız üşümesin diye...
Mış muş köşesi...
T. Çiller ‘‘Fazilet, milletimi arkadan hançerliyor’’ demiş.
Daha düne kadar yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmezdi, siz ne zaman öne dolandınız?
***
Bütün dahiler solakmış.
Yalan, inanmayın! Ben solak değilim.
***
Cumhurbaşkanı Demirel doktorlara ‘‘Paran yoksa öl, demeyin’’ demiş.
Evet, doğru! Gerçeği adamın yüzüne vurmanın alemi yok.
***
Beyninin sağ yarısıyla düşünenler ‘‘nevrotik’’miş.
Büyüklerimiz bunu çok önceden keşfedip ‘‘Düşün düşün b.ktur işin’’ demişlerdi.
Yüz milyon erkekte sertleşme sorunu varmış.
Zaten erkek nüfusu kadın nüfusundan az; çocukları, yaşlıları da çıkarınca geriye bir avuç adam kalıyor; kalanların da sertleşme sorunu varmış. Bakar mısınız kadın milletinin talihsizliğine.
T. Çiller ‘‘Tam demokrasi olmaz, tam tam demokrasi lazım’’ demiş.
Yani Afrikalı tam tamcı kabileleri demokrasisi gibi mi? Yakışır, yakışır.
***
Amerika'da bir klinik ikinci çocuğun cinsiyetini belirleme imkanı veren bir yöntem geliştirmiş.
Birincisi sizden, ikincisi müesseseden.
***
Danimarka'nın eski sağlık bakanı erkek arkadaşı ile evlenmiş.
Doğru olanı da bu zaten; beraber bira içerler, maça giderler, güreşirler... Her şey dengi dengine.
***
Yunanistan PKK ile ‘‘yasak aşk’’ yaşıyormuş.
Bunların arasını bozmak için o aşkı yasallaştırmak lazım. Siz hiç birbirine bayılan karı koca gördünüz mü?
Ben şahsen şiddete karşı değilim, hatta çok severim. Bizim memleketimizde olmadığına (!) bakmayın, dünyanın her yerinde vardır ve olmalıdır. Şiddet olmadan dirlik düzenlik olmaz, ama öyle zırt pırt uygulanmaz tabii, yolu, yordamı, yeri, zamanı vardır. Şiddetin kimden geldiği de çok önemlidir. Mesela ‘‘Öğretmenin vurduğu yerde gül biter’’ deriz de, bir musluk tamircisini bu şekilde onore etmek aklımıza gelmez. Neden? Çünkü öğretmenler (tabii ki bazıları) şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz misali vurdukları yerde gül bitirme becerisine sahip insanüstü yaratıklardır. ‘‘Gül bitmek’’ sanıldığı gibi ‘‘çıkmak, yetişmek’’ anlamında değil de ‘‘Tükenmek, sona ermek, yok olmak’’ anlamında da olabilir, tabii eğer böyleyse senelerdir b.ku b.kuna dayak yemişiz demektir.
Sonra, biliyorsunuz ‘‘Şeriatın (sonradan ‘Adalet’in) kestiği parmak acımaz’’ derler. Bu sözü kimin söylediğini bilmiyorum. Gerçekten başından böyle bir tecrübe geçmiş biri söylediyse bir diyeceğim yok, ama parmağını ekmek keserken bile bir kez olsun bıçağa kaptırmamış biri çıkıp da söylediyse ben de ona ‘‘Bekára karı boşamak kolay’’ derim.
‘‘Şiddet kaçınılmaz’’
Yine laf nereden nereye geldi. Şiddeti savunuyordum... Evet, bazı durumlar vardır ki şiddet kaçınılmazdır.
Mesela siz Fenerbahçe'yi tutuyorsunuz ortalıkta size rağmen Galatasaray'ı tutanlar var ya da tam tersi. Ne yapmanız lazım? Aslında sizin tuttuğunuz takımın dışında kulüp kurma cüretini gösterenleri yok etmeniz lazım ama onlar çoktan ‘‘rahmetli’’ olmuşlar zaten. Siz en iyisi yakaladığınız taraftarı; artık maç çıkışı kapıda mı beklersiniz, yoksa bir tenhada mı kıstırırsınız, orası size kalmış, bir bir döverek yıldırma politikası güdün. Rakibinizin elinde kuru bir kulüp binası kalıncaya kadar devam edin. Biraz uzun sürebilir ama olsun, ‘‘Sabırla, koruk helva olur’’ derler. Ondan sonra sizin takımın maça falan çıkmasına da gerek kalmaz; hükmen galip olarak bu dünyaya kazık çakarsınız.
***
Evlisiniz, hem de 20 senelik. Akşama kadar çalışmışsınız, canınız burnunuzda eve geliyorsunuz; soyunup dökünüp koltuğunuza oturuyor, gazetenizi elinize alıyorsunuz. İlk sayfada sizi galeyana getirecek bir şey yok, iç sayfalarda da öyle. Arka sayfaya geliyorsunuz ve malum o resmi görüyorsunuz. Hani her gün sağ üst köşede, neredeyse gazetenin logosu gibi olmazsa olmaz o resmi... Resmin altındaki haber önemli değil, ‘‘Üçüncü cemre düştü’’, ya da ‘‘Artık çocuk doğurmak istiyor’’ gibi bir şeyler, zaten kimsenin okuduğu falan da yok. Evet, o resmi görüyorsunuz, bu arada göz ucuyla karşınızda oturmakta ya da ortalıkta gezinmekte olan yıllanmış karınıza bakıyorsunuz. ‘‘Hay Allah'ım, benimki kadınsa bu resimdeki ne? Resimdeki kadınsa, benimkine ne demeli?’’ şeklinde bir soru geliyor aklınıza. Ve siz farkında olmasanız da bilinçaltınıza ‘‘o gece karınızı dövmek’’ fikri yerleşiyor. Gerisi kolay zaten, ‘‘Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane...’’
***
Bir televizyon programına davet edildiniz, davete icabet ettiniz, anfi gibi hazırlanmış stüdyoda diğer konuklarla beraber sıra sıra dizildiniz. Göğsünüzde isminiz - soyadınız, elinizde mikrofon, konu ‘‘şiddet’’. Siz şiddet yanlısı değilsiniz, aslında orada bulunanların hiçbiri değil. Herkes fikir beyan ediyor, kimi başından geçeni anlatıyor, kimi ağlıyor... Önce tek tek konuşuyorsunuz, sonra hep bir ağızdan... Bu arada telefon bağlantısı var, telefondaki sizi azarlıyor, siz hepiniz telefondakini, kaptan hem sizi hem telefondakini... Hepiniz şiddete karşısınız, ama siz ‘‘en karşı’’sınız. Bunu nasıl anlatacaksınız? Herkesin sözünü kesin, bağırın, sövün, çağırın, tepinin, itekleyin, hatta dövün ‘‘sıkılıyorsa kapının önüne çıkalım’’ deyin (merak etmeyin, kaptan buna asla izin vermeyecektir; ne olacaksa stüdyoda olmasını tercih eder). Bu dediklerimi yaparsanız şiddete ‘‘en karşı’’ olduğunuzu açık ve seçik bir biçimde tüm Türkiye'ye anlatmış olursunuz.
***
Evlisiniz, hem de 20 senelik. Akşama kadar evde uğraştınız, didindiniz, nihayet akşam oldu. Kapıda yirmi senedir her akşam duyduğunuz anahtar sesi, kocanız geldi... 7300'üncü kez ayakkabılarını çıkarıp aynı yere koydu, 7300'üncü kez ‘‘Hoşbulduk’’ dedi, 7300'üncü kez başka hiçbir şey demedi, 7300'üncükez geçti, aynı koltuğa oturdu, 7300'üncü kez ‘‘yemek hazır mı’’ diye sordu, 7300'üncü kez gazetesini eline aldı, arka sayfa sağ üst köşedeki resme bakmaya başladı, 7300'üncü kez göz ucuyla size baktı, 7300'üncü kez masanın aynı yerine oturup hiç konuşmadan yemeğini yedi, 7300'üncü kez aynı koltukta, aynı pozisyonda televizyon seyretti, 7300'üncü kez televizyon karşısında uyukladı, 7300'üncü kez klozetin kapağını kaldırmadan işedi, 7300'üncü kez her zaman aynı renk olan pijamalarını giydi, 7300'üncü kez yatağın aynı yerine yattı, 7300'üncü kez beş dakika geçmeden horlamaya başladı... Ve siz ilk kez bir çaydanlık kaynar suyu götürüp kocanızın kafasına döktünüz. Aslında siz şiddete karşısınız, bunu neden yaptığınızı biliyorum.
Kocanız üşümesin diye...
Mış muş köşesi...
T. Çiller ‘‘Fazilet, milletimi arkadan hançerliyor’’ demiş.
Daha düne kadar yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmezdi, siz ne zaman öne dolandınız?
***
Bütün dahiler solakmış.
Yalan, inanmayın! Ben solak değilim.
***
Cumhurbaşkanı Demirel doktorlara ‘‘Paran yoksa öl, demeyin’’ demiş.
Evet, doğru! Gerçeği adamın yüzüne vurmanın alemi yok.
***
Beyninin sağ yarısıyla düşünenler ‘‘nevrotik’’miş.
Büyüklerimiz bunu çok önceden keşfedip ‘‘Düşün düşün b.ktur işin’’ demişlerdi.
Yüz milyon erkekte sertleşme sorunu varmış.
Zaten erkek nüfusu kadın nüfusundan az; çocukları, yaşlıları da çıkarınca geriye bir avuç adam kalıyor; kalanların da sertleşme sorunu varmış. Bakar mısınız kadın milletinin talihsizliğine.
T. Çiller ‘‘Tam demokrasi olmaz, tam tam demokrasi lazım’’ demiş.
Yani Afrikalı tam tamcı kabileleri demokrasisi gibi mi? Yakışır, yakışır.
***
Amerika'da bir klinik ikinci çocuğun cinsiyetini belirleme imkanı veren bir yöntem geliştirmiş.
Birincisi sizden, ikincisi müesseseden.
***
Danimarka'nın eski sağlık bakanı erkek arkadaşı ile evlenmiş.
Doğru olanı da bu zaten; beraber bira içerler, maça giderler, güreşirler... Her şey dengi dengine.
***
Yunanistan PKK ile ‘‘yasak aşk’’ yaşıyormuş.
Bunların arasını bozmak için o aşkı yasallaştırmak lazım. Siz hiç birbirine bayılan karı koca gördünüz mü?
Avrupa'ya trenle tur
TCDD trenle Avrupa turu düzenliyor. 30 Nisan-11 Mayıs arasındaki Avrupa seferi 6 gece konaklama, iki öğle ve bir akşam yemeği hariç tüm kahvaltı, yemek, şehir turu ve rehberlik hizmetlerini kapsıyor. Fiyatlar tek yataklı için 3200, çift yataklı için 2000, 5-10 yaş çocuğu için ise 1850 Amerikan doları.
Yarıyıl tatillerinde, bayramlarda şık ve ekonomik turlar düzenleyen Türk Demiryolları, Avrupa'ya götürüyor. TCDD'nin Avrupa seferine kesin rezervasyonlar için son başvuru tarihi 29 Ocak ve kişi başına 100 Amerikan doları depozito yatırılması gerekiyor.
Avrupa seferinin tarihleri 30 Nisan-11 Mayıs. Fiyatlar tek yataklı için 3200, çift yataklı için 2000, 5-10 yaş çocuğu için ise 1850 Amerikan doları.
Özel tren ve transferler, dört yıldızlı otellerde 6 gece konaklama, iki öğle ve bir akşam yemeği hariç tüm kahvaltı ve yemekler, şehir turları ve rehberlik hizmetleri ücrete dahil oluyor. TCDD konforlu, lüks yataklarla uçak rahatlığını vaat ediyor.
SİRKECİ'DEN START
30 Nisan'da Sirkeci'den hareket edecek trenin ilk durağı Bükreş.
Romanya'nın başkentinde otobüslerle turlanacak ve şehir turu parlamento binası, Zafer Meydanı, Çavuşesku Sarayı, Victoria Bulvarı, Cişmigiu Parkı'nı kapsıyor.
Macaristan'ın başkenti Budapeşte ikinci durak. Kahramanlar Meydanı, Gellert Tepesi, Balıkçı Kulesi, Gül Baba Türbesi, Zincirli Köprü, St. Mathias Katedrali görülecek ve öğle yemeğinden sonra gemiyle Tuna Nehri'nde gezilecek. Estergon şehri ve kalesi de görülecek.
Prag, trenin üçüncü durağı. Çek başkentinin, ‘‘Buraya ayak basan mutlaka bir daha gelir’’ denilen Charles Köprüsü, Vitava Nehri, Wenceslaus Meydanı, Hradcany Kalesi, ertesi gün Konopiste kent turuyla devam edilecek.
SON DURAK SOFYA
Prag'ın ardından bir başka rüyaya, Viyana'ya götürüyor TCDD sizleri. Hoffburg Sarayı, Kartner Caddesi, St. Stephan Katedrali Avusturya başkentindeki yarım günlük kent turunun duraklarından birkaçı.
Son durak ise Bulgaristan. Sofya'da Vasil Levsky Bulvarı, Opera Binası, Kültür Sarayı, Svabodada Parkı, Sofya Üniversite Binası ve Levski Katedrali'ni göreceksiniz.
Dikkat edilecek konular
Vize işlemlerini Devlet Demiryolları takip edecek. Diğer ayrıntılar ise şöyle sıralanıyor :
- Vize ücreti yeşil pasaporta sahip olanlar için 50 dolar, diğerleri 200 dolardır.
- Vize için gerekli evraklar rezervasyon bürolarından öğrenilebilir.
- Yeşil pasaportların 6 ay, diğer pasaportların ise 31.12.1999 tarihine kadar geçerli olması gereklidir.
- Bilet satışına 17.2.1999'da başlanacak, vize işlemleri için son teslim tarihi 9.3.1999.
- Vize alınamaması durumunda vize ücreti hariç bilet ücreti iade edilecektir.
- Vize dışındaki nedenlerden dolayı turdan vazgeçilmesi halinde bilet ücreti iade edilmeyecektir.
TEL: 0312 309 05 15
Yarıyıl tatillerinde, bayramlarda şık ve ekonomik turlar düzenleyen Türk Demiryolları, Avrupa'ya götürüyor. TCDD'nin Avrupa seferine kesin rezervasyonlar için son başvuru tarihi 29 Ocak ve kişi başına 100 Amerikan doları depozito yatırılması gerekiyor.
Avrupa seferinin tarihleri 30 Nisan-11 Mayıs. Fiyatlar tek yataklı için 3200, çift yataklı için 2000, 5-10 yaş çocuğu için ise 1850 Amerikan doları.
Özel tren ve transferler, dört yıldızlı otellerde 6 gece konaklama, iki öğle ve bir akşam yemeği hariç tüm kahvaltı ve yemekler, şehir turları ve rehberlik hizmetleri ücrete dahil oluyor. TCDD konforlu, lüks yataklarla uçak rahatlığını vaat ediyor.
SİRKECİ'DEN START
30 Nisan'da Sirkeci'den hareket edecek trenin ilk durağı Bükreş.
Romanya'nın başkentinde otobüslerle turlanacak ve şehir turu parlamento binası, Zafer Meydanı, Çavuşesku Sarayı, Victoria Bulvarı, Cişmigiu Parkı'nı kapsıyor.
Macaristan'ın başkenti Budapeşte ikinci durak. Kahramanlar Meydanı, Gellert Tepesi, Balıkçı Kulesi, Gül Baba Türbesi, Zincirli Köprü, St. Mathias Katedrali görülecek ve öğle yemeğinden sonra gemiyle Tuna Nehri'nde gezilecek. Estergon şehri ve kalesi de görülecek.
Prag, trenin üçüncü durağı. Çek başkentinin, ‘‘Buraya ayak basan mutlaka bir daha gelir’’ denilen Charles Köprüsü, Vitava Nehri, Wenceslaus Meydanı, Hradcany Kalesi, ertesi gün Konopiste kent turuyla devam edilecek.
SON DURAK SOFYA
Prag'ın ardından bir başka rüyaya, Viyana'ya götürüyor TCDD sizleri. Hoffburg Sarayı, Kartner Caddesi, St. Stephan Katedrali Avusturya başkentindeki yarım günlük kent turunun duraklarından birkaçı.
Son durak ise Bulgaristan. Sofya'da Vasil Levsky Bulvarı, Opera Binası, Kültür Sarayı, Svabodada Parkı, Sofya Üniversite Binası ve Levski Katedrali'ni göreceksiniz.
Dikkat edilecek konular
Vize işlemlerini Devlet Demiryolları takip edecek. Diğer ayrıntılar ise şöyle sıralanıyor :
- Vize ücreti yeşil pasaporta sahip olanlar için 50 dolar, diğerleri 200 dolardır.
- Vize için gerekli evraklar rezervasyon bürolarından öğrenilebilir.
- Yeşil pasaportların 6 ay, diğer pasaportların ise 31.12.1999 tarihine kadar geçerli olması gereklidir.
- Bilet satışına 17.2.1999'da başlanacak, vize işlemleri için son teslim tarihi 9.3.1999.
- Vize alınamaması durumunda vize ücreti hariç bilet ücreti iade edilecektir.
- Vize dışındaki nedenlerden dolayı turdan vazgeçilmesi halinde bilet ücreti iade edilmeyecektir.
TEL: 0312 309 05 15
Bu neyin fotoğrafı
Bu aralar deliler gibi okuyorum.
Durmadan okuyorum.
Sabah akşam okuyorum.
İ L A N L A R I
Çünkü delinin teki bir kuyuya taş attı, ben onu çıkartamıyorum.
Geçenlerde birlikte olduğum bir yabancı arkadaşım (demek istiyorum ki, TC vatandaşı olmayan bu ülkede yaşamayan) dedi ki:
- Ben gittiğim her ülkede ilanlara bakıp o ülkedeki yaşam tarzları konusunda bir fikir edinirim. Ciddiyim. Sana da tavsiye ederim. Gazetelerde yer alan her türlü ilanı oku: Ölüm ilanlarını, doğum ilanlarını. Acı ve mutluluk ifade edilirken hangi ibarelerin kullanıldığını. Rumuzları. Satılık ve kiralık yerleri, işyerlerini, evleri, hangi semtlerin en revaçta olduğunu. Bitmedi, gidilen tatil beldelerini, hangi ülkelere gitmenin en çok istendiğini, hangi tür müziğin en fazla dinlediği, gidilen kulüpleri, gösterimde olan filmleri, hepsini, hepsini! İnsana o ülkeye dair müthiş fikirler verir. Bunun adı, o güne dair polaroid bir fotoğraf çekmektir.
Dedi demesine...
Sonra da ekledi:
- Ama tuhaftır, sizinkilerden pek fazla bir şey çıkartamadım!
* * *
Peki ben ne yaptım?
Bunu birden bire, bir milli mesele haline getirip, bir süredir işi gücü bırakıp ilanlara bakmaya başladım.
Deriiin sonuçlar çıkarmaya çalışıyorum.
Ben aslında sosyolojik tahliler yapmaya uğraşıyorum.
Evet arkadaşım haklı.
O küçücük ilanlar insana muazzam fikirler veriyor.
Ama sanırım o Türkiye'nin yabancısı olduğu için anlayamadı.
Türk değil ya anlamaz.
Bizi ancak, yine biz anlarız!
Demek istiyorum ki, ben ilanlara bakınca, mesela bir yıl içinde Türk milletinin kafayı daha fazla üşüttüğüne kesinlikle karar vermiş bulunuyorum. Üşenmedim geçen yılki Sevgililer Günü ilanlarıyla, bu yılki Sevgililer Günü ilanlarını kıyasladım.
* * *
Geçen yıl da fena değilmişiz.
Ama bu yıl uçmuşuz!
Şöyle ki:
Geçen yıl ‘‘Sevgililer Günün kutlu olsun, seni seviyorum’’lar, ‘‘Sonsuza kadar seveceğim’’ler, ‘‘Hiç gitme hep benimle kal, emi?’’ler, ‘‘Senden uzakta bir şeyler eksik’’ler çoğunlukta.
Rumuzlarda ise ‘‘Bebeğim’, ‘‘Bir tanem’’, ‘‘Canım’’, ‘‘Aşkım’’.
Tabii ki arada gökyüzünde uçuşan uçurtmalar ve uçurmuşlar yok değil:
‘‘Yürüyen tamirhanemsin’’, ‘‘Mercimeğimsin’’, ‘‘Şapşal minik kuşumsun’’ ve ‘‘Sosis’’lerin (tombul sosis- minik sosis- şişman sosis- sosisin- sosisciğin) envaye çeşitleri.
* * *
Ama bu yıl...
Bazı mesajlar ve bazı rumuzlar, (ki hiç de az değiller!), atağa kalkmış vaziyete. Adeta insana, ‘‘Tanrım, ne oldu bunlara?’’ dedirtiyor. Bir kere normal rumuz neredeyse yok. Sanırım artık demode! Nerede acayip kuş isimleri, hayvan isimleri, çiçek isimleri, otomobil plakaları var, millet onlardan kendine rumuz yapmış.
Okudum beynim uçtu.
Yaratıcılık mıdır...
Sıkışıklık mıdır anlayamadım.
Japon balığı / Mutluluk ışığı / Bal meleği / Ev perisi / Nur tanesi/ Ay çiçeği/ Tavşan / Dev adam/ İçimdeki martı/ Nazlı kırılgan gül/ Su perisi/ Minik şey/ Büyük şey/ Yaralı aslanım/ Bıcır/ Mıcır/ Çirkin surat/ Yeşil erik/ Kırmızı elma/ Somonun/ Braveheart/ Beyaz taşın/ Cadın/ Küçük cezven/ Horozun sevgilisi/ Civcive şeklinde devam ediyor.
Bu arada şöyle mesajlar da yok değil:
- Bugün Sevgililer Günü, al bu gülü karına ver!’’ gibi.
- Tezgahını yerim... gibi.
* * *
Bu arada, evet herkes birbirine evlenme teklif ediyor.
Süresiz seviyor, saklıyor, yiyor, öpüyor, hiç bırakmıyor, sonsuza kadar turşusunu kuruyor.
- 2001'de benimle evlenir misin?
- Benim sevgilim olur musun?
- Çocuğumun annesi olur musun?
(Bu arada 2000'de ve 2001'de çocuk patlaması olacak, haberiniz olsun!)
Hepsi Türkçe de değil, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve hatta hiç anlaşılmayan dillerde ve tabii kuş dilinde verilmiş mesajlar da mevcut. Yani inanılır gibi değil, herkes ‘‘nöbetler’’de, birbirine ‘‘yıldız kayar, sen sonra ne olacağını bilirsin’’ diyor.
Peki şuna ne dersiniz: ‘‘Çikolata sufleni ne zaman yiyeceksin?’’.
Belki ben yaşlandım bilmiyorum.
Çünkü...
‘‘İçimdeki martılar yarışırcasına uçuyorlar’’, ‘‘Beyaz taşım neredesin?’’, ‘‘Mikrop une, tuşum pedi’’, ‘‘Antikoru olmayan virüsümsün’’, ‘‘Sonsuza kadar beraberiz. Az sonra...’’ gibi mesajları algılamakta zorluk çekiyorum.
* * *
Ve kendime sormadan edemiyorum:
- Bu yıl n'oldu?
Çünkü önümüzde bir manzara duruyor.
Daha doğrusu bir adet fotoğraf.
Tamam, polaroid.
Renkler her an uçup gidebilir, yerine yenileri gelebilir.
Ama en esaslı soru şu bence:
- Bu neyin fotoğrafı?
Ben anlayamadım da...
Rahatlamanın mı?
Saldırganlığın mı?
Umursamazlığın mı?
Yoksa kendini ifade edebilme cesaretinin mi?
Kimbilir...
Belki de ‘‘elinin körü’’nün fotoğrafıdır!
Kafa yormaya çalışmak bile nafile çabadır.
Durmadan okuyorum.
Sabah akşam okuyorum.
İ L A N L A R I
Çünkü delinin teki bir kuyuya taş attı, ben onu çıkartamıyorum.
Geçenlerde birlikte olduğum bir yabancı arkadaşım (demek istiyorum ki, TC vatandaşı olmayan bu ülkede yaşamayan) dedi ki:
- Ben gittiğim her ülkede ilanlara bakıp o ülkedeki yaşam tarzları konusunda bir fikir edinirim. Ciddiyim. Sana da tavsiye ederim. Gazetelerde yer alan her türlü ilanı oku: Ölüm ilanlarını, doğum ilanlarını. Acı ve mutluluk ifade edilirken hangi ibarelerin kullanıldığını. Rumuzları. Satılık ve kiralık yerleri, işyerlerini, evleri, hangi semtlerin en revaçta olduğunu. Bitmedi, gidilen tatil beldelerini, hangi ülkelere gitmenin en çok istendiğini, hangi tür müziğin en fazla dinlediği, gidilen kulüpleri, gösterimde olan filmleri, hepsini, hepsini! İnsana o ülkeye dair müthiş fikirler verir. Bunun adı, o güne dair polaroid bir fotoğraf çekmektir.
Dedi demesine...
Sonra da ekledi:
- Ama tuhaftır, sizinkilerden pek fazla bir şey çıkartamadım!
* * *
Peki ben ne yaptım?
Bunu birden bire, bir milli mesele haline getirip, bir süredir işi gücü bırakıp ilanlara bakmaya başladım.
Deriiin sonuçlar çıkarmaya çalışıyorum.
Ben aslında sosyolojik tahliler yapmaya uğraşıyorum.
Evet arkadaşım haklı.
O küçücük ilanlar insana muazzam fikirler veriyor.
Ama sanırım o Türkiye'nin yabancısı olduğu için anlayamadı.
Türk değil ya anlamaz.
Bizi ancak, yine biz anlarız!
Demek istiyorum ki, ben ilanlara bakınca, mesela bir yıl içinde Türk milletinin kafayı daha fazla üşüttüğüne kesinlikle karar vermiş bulunuyorum. Üşenmedim geçen yılki Sevgililer Günü ilanlarıyla, bu yılki Sevgililer Günü ilanlarını kıyasladım.
* * *
Geçen yıl da fena değilmişiz.
Ama bu yıl uçmuşuz!
Şöyle ki:
Geçen yıl ‘‘Sevgililer Günün kutlu olsun, seni seviyorum’’lar, ‘‘Sonsuza kadar seveceğim’’ler, ‘‘Hiç gitme hep benimle kal, emi?’’ler, ‘‘Senden uzakta bir şeyler eksik’’ler çoğunlukta.
Rumuzlarda ise ‘‘Bebeğim’, ‘‘Bir tanem’’, ‘‘Canım’’, ‘‘Aşkım’’.
Tabii ki arada gökyüzünde uçuşan uçurtmalar ve uçurmuşlar yok değil:
‘‘Yürüyen tamirhanemsin’’, ‘‘Mercimeğimsin’’, ‘‘Şapşal minik kuşumsun’’ ve ‘‘Sosis’’lerin (tombul sosis- minik sosis- şişman sosis- sosisin- sosisciğin) envaye çeşitleri.
* * *
Ama bu yıl...
Bazı mesajlar ve bazı rumuzlar, (ki hiç de az değiller!), atağa kalkmış vaziyete. Adeta insana, ‘‘Tanrım, ne oldu bunlara?’’ dedirtiyor. Bir kere normal rumuz neredeyse yok. Sanırım artık demode! Nerede acayip kuş isimleri, hayvan isimleri, çiçek isimleri, otomobil plakaları var, millet onlardan kendine rumuz yapmış.
Okudum beynim uçtu.
Yaratıcılık mıdır...
Sıkışıklık mıdır anlayamadım.
Japon balığı / Mutluluk ışığı / Bal meleği / Ev perisi / Nur tanesi/ Ay çiçeği/ Tavşan / Dev adam/ İçimdeki martı/ Nazlı kırılgan gül/ Su perisi/ Minik şey/ Büyük şey/ Yaralı aslanım/ Bıcır/ Mıcır/ Çirkin surat/ Yeşil erik/ Kırmızı elma/ Somonun/ Braveheart/ Beyaz taşın/ Cadın/ Küçük cezven/ Horozun sevgilisi/ Civcive şeklinde devam ediyor.
Bu arada şöyle mesajlar da yok değil:
- Bugün Sevgililer Günü, al bu gülü karına ver!’’ gibi.
- Tezgahını yerim... gibi.
* * *
Bu arada, evet herkes birbirine evlenme teklif ediyor.
Süresiz seviyor, saklıyor, yiyor, öpüyor, hiç bırakmıyor, sonsuza kadar turşusunu kuruyor.
- 2001'de benimle evlenir misin?
- Benim sevgilim olur musun?
- Çocuğumun annesi olur musun?
(Bu arada 2000'de ve 2001'de çocuk patlaması olacak, haberiniz olsun!)
Hepsi Türkçe de değil, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve hatta hiç anlaşılmayan dillerde ve tabii kuş dilinde verilmiş mesajlar da mevcut. Yani inanılır gibi değil, herkes ‘‘nöbetler’’de, birbirine ‘‘yıldız kayar, sen sonra ne olacağını bilirsin’’ diyor.
Peki şuna ne dersiniz: ‘‘Çikolata sufleni ne zaman yiyeceksin?’’.
Belki ben yaşlandım bilmiyorum.
Çünkü...
‘‘İçimdeki martılar yarışırcasına uçuyorlar’’, ‘‘Beyaz taşım neredesin?’’, ‘‘Mikrop une, tuşum pedi’’, ‘‘Antikoru olmayan virüsümsün’’, ‘‘Sonsuza kadar beraberiz. Az sonra...’’ gibi mesajları algılamakta zorluk çekiyorum.
* * *
Ve kendime sormadan edemiyorum:
- Bu yıl n'oldu?
Çünkü önümüzde bir manzara duruyor.
Daha doğrusu bir adet fotoğraf.
Tamam, polaroid.
Renkler her an uçup gidebilir, yerine yenileri gelebilir.
Ama en esaslı soru şu bence:
- Bu neyin fotoğrafı?
Ben anlayamadım da...
Rahatlamanın mı?
Saldırganlığın mı?
Umursamazlığın mı?
Yoksa kendini ifade edebilme cesaretinin mi?
Kimbilir...
Belki de ‘‘elinin körü’’nün fotoğrafıdır!
Kafa yormaya çalışmak bile nafile çabadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)