31 Aralık 2010 Cuma

Fuhuş tehlikesi

Geçenlerde bir dostum anlattı; İzmir’in çevre yolları üzerinde kadın ticareti yapan yerleri tespit edip, polisi aramış ve tedbir alınmasını istemiş.

Karşısına çıkan yetkili, “Bizim bölgemiz değil.” cevabını vermiş. Dostum, jandarmayı aramış. Cevap; “Ne yapalım. Biz gidinceye kadar kaçıyorlar.” olmuş.

***

Büyük şehirlerde kanayan bir yara fuhuş. Her geçen gün de bu bataklığa saplananların sayısı artıyor. Bir ur gibi bütün vücudumuzu saracak neredeyse. Fuhuşla mücadele ise yetersiz. Nedenlerini araştırdım. Bakın nasıl bir tablo çıktı karşıma.

***

Emniyet Müdürü, göreve başladığı bir iki ay içinde bazı hassas konuların üzerine gidince, çeşitli baskılarla karşılaşıyor. Örneğin; fuhuş. Bazı otel, motel ve işyerlerine baskınlar düzenliyor. Toplum ahlâkı ve sağlığını tehdit eden bu illetle mücadelede kararlı adımlar atıyor. Ancak bir süre sonra etrafının sarıldığını görüyor. Önce kanun ve yönetmeliklerin yetersizliği elini kolunu bağlıyor. Sonra her seviyeden baskı gelmeye başlıyor. Kendini kuşatılmış hissediyor. Fuhuş lobileri harekete geçiyor. Önce ziyaretler, sonra hafif yollu ikazlar, daha sonra tehditler...

Emniyet Müdürü’nün önünde iki yol var. Ya her şeyi göğüsleyerek fuhuş olayının üzerine gitmeye devam edecek, ya da baskılara boyun eğip, bazı şeylere göz yummaya başlayacak. Yani fuhuş lobisi ile uzlaşacak.

İyi niyetli, çalışkan, toplumun çıkarlarını düşünen, her türlü yasa dışı olaya karşı duran, ahlâksızlığa prim vermeyen emniyet yetkilileri, zaman içinde şartların zorlaması ve düzenin dayatmaları ile görev yapamaz hale geliyorlar. Fuhuş ve benzeri olaylarla etkili mücadele yapamıyorlar.

***

Öte yandan, birkaç iyi niyetli müdür ve yetkili ile bu olayların üstesinden gelmek de mümkün değil. Kötü gidişe dur diyebilmenin yolu köklü tedbirler almaktan geçiyor.

***

Kanunlar yetersiz. Mevcut kanun ve tüzükler ise tam uygulanmıyor. ‘Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklar Tüzüğü’ uygulansa, şehir içlerinde faaliyet gösteren bütün genelevlerin kapısına kilit vurulacak. Çünkü bu tüzüğe göre genelevler, umumi caddelerden görülecek yerlere, resmî daireler, ibadet ve eğitim yerleri yakınına kurulamıyor. Bu gibi yerlerde 21 yaşından küçük kızların çalıştırılması da yasaklanıyor. Bu tüzüğe rağmen, fuhuş almış başını gidiyor. Bir emniyet yetkilisi fuhuşla mücadelede neden başarılı olamadığımızı şöyle açıklıyor:

“Gizli fuhuşta yakalananlara adlî ve idarî işlem yapılıyor. Adlî işlem, fuhuşu yaptıran ve aracı olanları adlî mercilere sevk; idarî işlem ise, fuhuş yapılan mekanı vilayet, mülkî amir onayı ile bir gün ile 90 gün arasında değişen sürede kapatmak. Gizli fuhuş yapanlar zührevi hastalıklar hastanesine sevk ediliyor. Herhangi bir hastalık varsa rapor edilip, tedavisi yapılıyor; yoksa serbest bırakılıyor. Adlî mercilere sevk edilenler de çok komik para cezaları ile salıveriliyorlar. Cezalar caydırıcı olmaktan uzak. Polis her seferinde başladığı noktaya dönüyor. Yabancı uyruklular da sınır dışı edildikten kısa bir süre sonra hiçbir engele takılmadan ülkeye geri dönüyorlar. Yol kenarlarında yakalanan fahişeler karakola sevk ediliyor. Şikâyet üzerine operasyon yapılmışsa delil yetersizliği sebebi ile dokunulamıyor. Yer değiştirmeleri sağlanıyor. “

***

Emniyetin şikâyetleri elbette ki bunlarla sınırlı değil.

Ahlâk masasının personeli yetersiz. Sınırlarda yeterli tedbir alınmıyor. Pasaport Kanunu’nun 8. maddesine göre, bulaşıcı hastalık taşıyanlar ülkemize giremez. Ancak sınırlarda kontrol olmuyor. Fuhuş yapıp para kazanma niyeti ile ülkemize gelen yabancı uyruklulara vize uygulanmıyor. Son yıllarda yabancı uyruklu fahişelerin sayısında artış gözleniyor. Özellikle sınır kentlerinde önü alınamaz bir sektör haline geliyor fuhuş. Bu iş için Turizm Bakanlığı’ndan onaylı sözde turistik oteller açılıyor.

***

Fuhuşla mücadelede başarılı olabilmek için bu işin üzerine hükümetin kararlı bir şekilde gitmesi gerekiyor. Polisin eleman ihtiyacı karşılanmalı ve her şeyden önemlisi emniyet müdürlerine siyasi destek tam olmalı. Fuhuşla başarılı bir şekilde mücadele eden emniyet yetkilileri ödüllendirilmeli. Kanun ve yönetmelikler gözden geçirilmeli, günün şartlarına göre cezalar caydırıcı hale getirilmeli. İşin diğer bir yönü.. istemeden bu yola düşmüş, düşürülmüş, yaptığı işten pişmanlık duyan, çıkış yolu arayan kadınlar a da el uzatılmalı.

Genç nesiller tehdit altında. Aileler yıkılıyor, yuvalar bozuluyor. AIDS başta olmak üzere çeşitli zührevi hastalıklar yaygınlaşıyor. Hayali tehditlere, tehlikelere karşı çalışma grupları, özel masalar ve ekipler kurarak mücadele başlatan hükümetin, jandarma ve emniyet teşkilatlarının, fuhuş gibi gerçek tehditlere karşı da duyarlı olmasını bekliyoruz.

Dindar bir hanim

Sahura erken kalkti, mutfaktaki islerini düzene koydu, abdest alip, iki rekat namaz kildi.

Sofrayi hazirlayinca milleti uyandirdi. Televizyon dini anlatiyor, herkes birseyler yiyor.

Sofra toplandi, sabah namazi, Kur'an, eh, biraz da uyumali...

Kalkti evi silip süpürdü, aklina gelen temizlikleri yapti, ögle namazini kildi, yarenlik, sohbet; varsa hanimlarin dersi... Aksama hazirlik. Bu arada çoluk çocuk; derken, günler birbirinin tekrari gibi dönüyor.

Artik onu uzun uzun anlatmaya gerek yok “dindar hanim” deyince her sey anlasiliyor degil mi?

Bu dindar hanimin Arabça ögrenmek ve tefsirleri okumak, Kur'an'i çok iyi anlamak diye bir derdi yok.

“Hadis külliyati, içtihadlar, siyer..” deyince, “O kadar derine gitme” diye nasihat da edebilir.

Okullarin hali...

Dis ticaret açigi...

Enflasyon...

Issizlik...

Hapishaneleri dolduran ellibin kisi... Bir o kadari da sira bekliyor... Dünyayi basina zindan edenler...

Kapitalizm,

sosyalizm,

din düsmanlari,

gafil Müslümanlar...

Dindar hanimin bu tarakta bezi yok.

Peki afaktan, enfüsiye dönelim: Dindar hanim, huylarini da Islâm'a uydurmuyor. Kirk sene evvel neydiyse yine o.

Bu haliyle o, kadinlar içinde bir pirlanta!

Geçen gün “Kiyamet alametleri”ne göz atinca, bunlardan biri de: “Ahir zamanda kadin sayisi artacak” buyuruluyor.

Ahir zamanda yasiyoruz, kiyamet alametlerinin çogu da çikti. Birinci ve Ikinci Dünya savaslarina inat, halen kadin-erkek sayisi birbirine esit...

Bu denklemi çözmeye çalisirken, baktim ki, dindar erkeklerin çogu, dindar hanimlar gibi. Tahmin ederim fizyolojik erkeklikten çok, sosyolojik erkeklik önemli. O da olmayinca, kadinlarin sayisi birdenbire artti. Dindar olmiyan erkekler, nüfus sayiminda “adam” diye sayilip “sayin” olsa da önemi yok.

Bir baska cihet daha var: Kadin umumiyetle süse ve eglenceye düskündür. Zevkine ve menfeatine düskün erkekleri de feministlerin hatiri için onlarin listesine yazarsak, bes milyarlik insan içinde bir avuç erkek kalir. Bu da dünyanin dengesini bozar, basi dönen dünya bir yildiza çarpinca, sevgili paraciklarimiz bile atomlara dönüsecek...

Yooo, kiyameti biz koparmadik. Her sey nizam içindeyken, nizamsiz yasiyan insanlarla; dindar hanimlar kadar dindar olan, Islâmiyet'in ekonomik, politik, sosyolojik ve kültürel yönlerini nazara almiyan dindar erkekler kiyameti kopardi.

Kadına yönelik şiddet sınır tanımıyor

Kadına yönelik şiddetin psikolojik, ekonomik ve fiziksel olarak uygulandığı belirtildi.


Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı Hukuk Danışmanı Avukat Canan Arın, Birleşmiş Milletler'in, kadınların belirli bir biçimde davranmalarını sağlamak için onlar üzerinde kurulan her türlü psikolojik, cinsel ve fiziksel tehdit, eylem veya eylem ihmalini "kadına yönelik şiddet" saydığını kaydetti.

SINIR TANIMIYOR

Kadına yönelik şiddeti "kültürler ve sınırlar ötesi" olarak tanımlayan Arın, şiddetin her yerde çok yaygın olduğunu vurgulayarak şöyle devam etti: "Öğrenim görmüşler daha az şiddet uygular veya öğrenim görmüş kadınlara daha az şiddet uygulanır diye bir şey yok. Refah ve öğretim düzeyinden bağımsız olarak, şiddet hemen her ülkede kadına uygulanıyor. Mesela, üniversiteyi bitirmiş erkekler, üniversiteyi bitirmiş eşlerine bile şiddet uygulayabiliyorlar."

PSİKOLOJİK ŞİDDET,

YIKIMA YOL AÇAR

Arın, kadına uygulanan psikolojik şiddetin çok büyük yıkım meydana getirdiğini, sürekli aşağılamanın, hakaret ve alay etmenin zaman içinde kadının kendine olan güvenini tamamen yitirmesine sebep olacağını anlattı. Bunun yanında ekonomik şiddetin varolduğunu ve Türkiye'de çok yaygın olarak kullanıldığını da öne süren Arın, fiziksel şiddetin de toplumdan topluma, kültürden kültüre değişmekle birlikte hemen hemen her toplumda ve her kültürde varolduğunu belirtti.

Aile içindeki fiziksel şiddetin boyutlarının çok daha korkunç olduğunu ifade eden Arın, "Çünkü, 'kol kırılır yen içinde kalır' şeklinde düşünülüyor ve kadın bunu gerekli mercilere taşıyamıyor. Genel olarak istatistiklere baktığımızda, kadınlara verilen zararda en büyük sorumlunun, kadının tanıdığı ve yakınında olan erkek olduğunu görüyoruz" dedi.

"YASALAR YETERİNCE

KORUMUYOR"

Türkiye'de aile içinde uygulanan şiddetin neredeyse "vahşet" boyutlarına ulaştığını iddia eden Canan Arın, Türk hukukunun kadınları şiddete karşı yeterince korumadığını da savundu.

Arın, kadına yönelik şiddet olaylarında, kadının şikayetine bağlı kalmaksızın başkalarının başvurusuyla savcıların derhal harekete geçip bu şiddet olayları için gerekli davaları açması gerektiğini kaydederek, Medeni Kanun'da da bu doğrultuda değişiklikler yapılması zorunluluğuna işaret etti.

"AİLE MAHKEMELERİ

KURULMALI"

Canan Arın, kadına yönelik şiddetin yasalarla engellenmesi için "aile mahkemeleri" kurulması gerektiğini de belirterek, şiddet uygulayan bir erkeğe, boşanmaya gerek kalmaksızın, şiddet uyguladığı kadın ve çocuğa belirli bir mesafeye kadar yaklaşma yasağı getirilmesinin doğru olacağını söyledi.

Kadına yönelik şiddeti önlemek için bütün bir toplumun ve özellikle de şiddete maruz kalan kadın ile ilişkide bulunacak meslek gruplarının ciddi bir şekilde eğitilmesi gerektiğini vurgulayan Arın, "Bu meslek gruplarının içine öncelikle polis giriyor. Ondan sonra mübaşirinden yargıcına kadar yargıda görev alanlar, daha sonra da hastabakıcı, hemşire ve hekim geliyor" şeklinde konuştu.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Kadınlar için çalışıyorlar

Türkiye'de kadının yaşamının iyileştirilmesine yönelik çalışmalar 19. yüzyılda başlar. O dönemde çıkan dergilerde yer alan kadınlara ait yazılar bunun en güçlü kanıtı. 1975 yılında yapılan ilk kadın konferansı ve onu izleyen konferanslar uluslararası platformda ülkeleri kadın politikalarını gözden geçirmeye zorladı. Kadınlar lehine, Türkiye'nin de taraf olduğu pek çok sözleşme imzalandı; ancak eğitim, sağlık ve istihdam gibi çok temel göstergelere bakıldığında bugün bile istenilen düzeye erişilemediği görülüyor.

Kadınların yaşam kalitesini artırmak, yasalarda kadın–erkek eşitliğini sağlamak, kadınların gelişmelerine yönelik eğitim programlarını yaygınlaştırmak ve okur–yazarlık oranını yükseltmek için çalışan sivil toplum örgütleri, seminer ve ücretsiz kurslarla kadınları bilinçlendirmeye gayret ediyorlar.

Kadın için destek oluşturma grubu

Anne Çocuk Eğitim Vakfı, İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu, Kadın Eserleri Kütüphanesi gibi kurumların da arasında olduğu 11 sivil toplum kuruluşunun 1995 yılında biraraya gelerek oluşturdukları 'Kadın İçin Destek Oluşturma Grubu(KİDOG), kadınların eğitim, sağlık ve hukuksal sorunlarını gidermek için çalışıyor.

Üniversitelerde kadın

Çeşitli üniversitelerin bünyesinde yer alan Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalları, tarih, sosyoloji, hukuk, tıp, siyaset bilimi, iletişim ve sanat gibi konularda kadın duyarlılığını yansıtmayı amaçlayan çalışmalar yapıyorlar. Bünyesindeki kadın akademisyenlerin sayısı, kadın konularında yapılan ders, akademik araştırma ve seminer çalışmaları açısından Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nın farklı ve öncü bir konuma sahip olduğunu belirtmek gerekir. Üniversite bünyesindeki Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) nin hedefleri arasında, kadın sorunlarına karşı duyarlılık geliştirmek, kadınlarla ilgili konularda bülten, dergi ve kitaplar yayınlamak, kadınlar için özel yetiştin eğitim ve güçlendirme programları düzenlemek gibi etkinlikler yer alıyor.

Ankara Barosu kadının yanında

Türkiye'nin ilk ve tek kadın Danışma Merkezi olan Ankara Barosu Kadın Danışma Merkezi, Kadın Hukuku Komisyonunda yer alan 43 gönüllü bayan avukattan oluşuyor. Öncelikli amaçlarını, her tür şiddete uğrayan ve kadın olmaları nedeniyle hal ve hukuk ihlalerine maruz kalan kadın mağdurlara,hukuki ve psikolojik danışmanlık vermek gerektiği takdirde bu mağdurları mahkemelerde savunmak olarak belirleyen dayanışma merkezi çalışanları bu yolla hem demoktarikleşmeye katkıda bulunmayı hem de hak arama özgürlüğünü bu imkana en az erişebilen bir kesim vatandaş için mümkün hale getirmeyi hedefliyorlar. 1998 yılında faaliyete geçen ve açılışından sonraki bir yıl içinde 300 kadının sorununa çözüm arayan merkeze Türkiye'nin hemen her şehrinden başvurular oluyor. Başvuru sebepleri arasında aile içi şiddet yüzde 60'lık bir oranla ilk sırada yer alıyor.

Boşanma ve nafaka davası hakkında bilgi almak için yapılan başvurular yüzde 20, psikolojik yardım almak isteyenler yüzde 10, adli yardım almak isteyenler yüzde 6 oranında sıralanıyor. Merkeze ulaşmak isteyen kadınlar (0 312) 311 51 15 no'lu telefondan Avukat Zuhah Şermet'e ulaşabilirler.

26 Aralık 2010 Pazar

Burjuva kadının resmidir!

Ressam Nilgün Yönter Ercantürk yaptığı birbirinden ilginç eserlere postmodern minyatür adını veriyor.

Şimdi ilk gençlik yıllarınıza dönün ve henüz 13-14 yaşlarındayken kağıtlara neler çizdiğinizi hatırlayın. Son derece şık giyinmiş, süslü püslü kadınlar çizmez miydiniz bulduğunuz her kağıda. Barbie bebeklerle yeni yeni tanıştığımız dönemlerdi ve bir bebeğe hiç benzemeyen bu minyatür kadınların fazlasıyla özenli duruşundan aldığımız ilhamla, kağıtlara çiziktirdiğimiz Barbie kadınlara, rengarenk boyadığımız, model model, desen desen elbiseleri, şapkaları ve ayakkabıları giydirirdik.

Dönem dönem esip geçen furyalardan biriydi bu, en azından bizim için öyleydi... Tabii bütün bunları ressam Nilgün Yönter Ercantürk için söylemek mümkün değil. Ercantürk'ün 'postmodern minyatür' adını verdiği resimlerini yine bizzat kendi kurduğu sitesinde ziyaret ettiğim zaman aklıma hemen, ilk gençlik yıllarında çizilen ve uzun yıllar sonra da çizilebilmesi ancak o 'kız çocuğu' ruhunu korumakla mümkün olan resimler geldi.

Serdeki stilistlik

İstinye'de Boğaz'a nazır bir evde vaktinin büyük bir kısmını resim yapmaya ayıran Nilgün Yönter Ercantürk, henüz kendisinden başka birisi tarafından denenmemiş bu yeni tarz resimleri sekiz seneden beri yaptığını söylüyor. Bir dönem stilistlik yapan; ancak o alanda özgün tasarımlar ortaya koyamayacağını düşündüğü için resim yapmaya başlayan Ercantürk, kanlı canlı insanlara giydiremediği kıyafetleri kağıt üzerinde bir masal aleminden kopup gelmiş izlenimi veren kadınlara giydiriyor. Nilgün Yönter Ercantürk'ün resimlerindeki kadınlar yorgunluğun, meşakkatin, kederin olduğu gerçek bir dünyada yaşamıyorlar. Hepsi de o kadar mutlu, o kadar rahat, o kadar bakımlı ve kendine güvenli ki, kağıt üzerinde bile olsa bu kadar asude bir hayatın mümkün olamayacağını düşündürtüyor insana. İşte tam da bu yüzden eleştirenler olmuş Nilgün Yönter Ercantürk'ü; ama o ''Benim en iyi yaptığım şey bu; kadın çizmek, desen çizmek, model çizmek. Ayrıca normal bir hayat yaşayan kadını resmeden çok oldu, benimkiler alışılmışın dışında ve örneği yok.'' diyerek savunuyor kendini.

Minyatür başlangıç

Stilistliği bıraktıktan sonra minyatür çizmeye başlayan ve yavaş yavaş minyatürden koparak şimdiki tarzını yakalayan Nilgün Yönter Ercantürk, çok detay ve bol renk kullandığı için 'postmodern minyatür' dediği resimlerini bilgisayarı açmayı kapamayı bilmezken büyük bir azimle kurduğu sitesi 'www. ercantürk.com' da sergiliyor. Bu sayede Avrupa ülkeleri ve Amerika'daki sanatseverlere bile ulaşabildiğini ve onlardan tebrik mesajları aldığını söyleyen Ercantürk, görünce içim titriyor dediği 'naif' resimler çizmeye uzun yıllar devam edeceğini belirtiyor.

Beyin ölümü törenine buyrun

Aileyi gündelik hayatın parçalı bulutlu hoşnutsuzluklarından sonra sığınılan bir kovuk diye düşünmek isterim.


Her ailenin bir dili, bir muhabbet etme biçimi vardır, olmalıdır. O küçük kovukta, fırtınalar bile yeniden kenetlenmeyi sağlayan bir motor işlevi görürler. Bu bir ütopya da değildir üstelik, pratikleri var, şahidim.

Ama 'idam mangası' gibi çalışan geniş ailelere baktıkça kendimi korku filmine ortasından girmiş 'saf' seyirci gibi hissediyorum; ayağınıza basabilirim, üzerinize nescafe dökebilirim şimdi, affınıza mahsuben. Çünkü biliyorsunuz, Bitlisli Gül Dünya Tören, önce tecavüze uğradı, kuma verildi, ortada kaldı, kaçtı, ama lanetli halkadan kurtulamadı. Kardeşleri tarafından bir değil, iki kere öldürüldü. Önce 'başardık' sanıp kaçtılar, yaşadığını öğrenince hastanede bastılar suçluyu, suçüstü: Hayatta kalmaya çalışırken, ne ayıp! Bu kez sıkı çalışmaları lazımdı, başına dayadılar tabancayı, sıktılar kurşunu, bitti Gül'ün işi; beyin ölümü tamam. Olaya dikkatinizi çekmek isterim: Törelerde bile bir anlaşma zemini bir opsiyon kapısı bulunur ve oradan dönüş olmaz. 'Ya ölürsün ya kuma gidersin', acımasız da olsa töreye uygun bir pazarlık şekli; ama gelinliği giydirip öyle böyle kumalığa razı olmuş bir kadını, artık taa baştaki 'namus meselesi'nden dolayı öldürmek töre filan değil, bizzat döneklik, handiyse 'itlik'. Mahkemeyi değil, 'belediyenin itlaf ekibi'ni hak ediyorlar dememek için kendimi zor tutuyorum.

"İşte bu törelerine körü körüne bağlı olan kırsal kesimdeki ailelerin şeyleri.." diyebilirsiniz. Ama işin 'beyin ölümü' kısmının bana hatırlattığı başka aileler de var. Kentlerde, metropollerde yaşayan güleryüzlü idam mangaları; dışardan modern Türk ailesi olarak telakki edilebilecek 'çekirdek' ailelerin yavaş yavaş öldürdüğü kadınlar.

Tüm meselesi zilin üzerine kimin adı altta kimin adı üstte evciliği oynamak olan 'mutlu' kadınları çıkarın, geride kalanlara bakın. Değil zilde, irapta mahalli olmayan büyük bir kadın güruhu ile karşılaşırsınız. Tam gaz hayatı çekip çevirmekle meşgullerdir. Hastalanıp yatağa düştüğünde bir an önce iyileşip ayağa kalksın da evin düzeni yerine gelsin diye kadını sıkıştıran ve ona 'hastalığını' bile doğru dürüst yaşatmayan ailelerden bahsediyorum. 'Aile' diyorum, erkek değil. Doğru, bu evlerin reisleri telefonları ellerine alıp bir lokantadan yemek sipariş etmeyi beceremezler, ama acziyeti kıyıcı bir forma taşırken -yine- yalnız değillerdir; ikinci üçüncü şahıslar evin genç oğulları ve 'okuyan' genç kızlar da bu örgütün içindedir. Anne-kadın'ın 'aman okusun' diye pamuklara sardığı; Afrika menekşeleri, ve gündüz güzelleri arasında çiçek gibi büyüttüğü, eline soğan değmemiş, hatta 'ne kadar az bilirse, o kadar az sömürülür' diye ev işleri konusunda bile isteye cahil bırakılmış 'kız çocuklarının' da bu zulmün aktif tarafında olması hazindir. (E, anne yetti artık, hadi iyileş!)

Burada meselenin sadece 'ataerkil' yapıyla, pederşahi ailenin otoriter tarafıyla ilintili olmadığı ortada. Kentli ya da yeni kentli aile, rol dağıtımının keskinliği bakımından geleneksel aileyi çağrıştırır; fakat benmerkezciliği, hodbinliği ve 'istikbali' için gerekli bileti alıp 'yırtmış' genç fertlerinin duyarsız özgürlük anlayışları bakımından epeyce 'modern'dir aynı zamanda. Artık aile meclisinin infaz kararı zımnidir, biraz daha hafif, zamana yayılmış ve sistemli. Anne kadının 'beyin ölümü' gerçekleştiğinde 'aile' epey eğlenir, bir 'Telviye teyze' esprisi alır yürür.Ve olaylar gelişir.

"Ama bu bir korku filmi" diyenlere de 'feminist' yaftasını yemek düşer. Ama dikkat, kadın erkek karşıtlığı üzerine kurulmuş bir metin değildir bu; hak ile batılın birbirine karıştığı, insanı yücelten değerlerin sadist ve bencil amaçların önüne halı sermek için kullanıldığı gerçeğine bir isyandır sadece.

‘Önce anneyiz, sonra iş kadını’

Birisi psikolog diğeri arşivci iki kadın, ikisi de dört çocuk annesi. Farika Artır Teymur ve Kerime Özbek Yıldız, işte başarıyı, evde de huzuru yakalayabilmek için bir kefesi işi diğer kefesi de evi temsil eden teraziyi dengede tutabilmeyi başarmışlar.

Çalışan ve aynı zamanda anne olan kadınlar için ev ve işyeri arasındaki o hassas dengeyi yakalayabilmek hâlâ ciddi bir sorun. Terazinin kefesi kimi zaman evden, kimi zaman da işten yana ağır basıyor. Ve kadınlar ‘anne’lik vasfının ardına sığınıp işlerini aksatmayı doğru bulmadıkları gibi ‘iş kadını’ olmalarının da evleri ve çocuklarıyla iletişimlerine darbe vurmasını istemiyorlar. Psikolog Farika Artır Teymur ve arşivci Kerime Özbek Yıldız ile evleri ve işyerleri arasında akıp giden hayatlarını konuştuk. Psikolog Teymur sadece Denge Hipnoz Eğitim ve Psikolojik Danışma Merkezi’nin müdiresi değil, aynı zamanda Ahmet (14) Zeynep (13) Emine (8) ve Rümeysa (5)’nın da annesi. Haftanın 4–5 günü sabah 08.00’den akşam 18.00’e kadar çalışan Teymur, çocuklarıyla ilişkilerinde ‘psikolog’ olmasının avantajını yaşadığını belirtiyor. Hangi yaş çocuğuna nasıl davranılması gerektiğini bildiği için çocuklarının ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanmadığını söyleyen Teymur, en küçük kızı Rümeysa (5) ile bol bol evcilik oynuyor ve sohbet ediyor. “Bu yaş grubu artık kucağa alınmak veya sık sık okşanmak istemez. Onunla mümkün olduğunca konuşmalısınız. Özellikle evcilik oynamak kız çocukları için tam bir terapi işlevi görür.” diyen Teymur, çocuklarını büyütürken kayınvalidesinden destek aldığını belirtiyor. İster dışarıda çalışsın ister evinde tüm kadınları bunaltan ev işlerine harcayacağı vakti çocuklarına ayırması gerektiğine inanan Teymur, kazandığı paranın bir kısmını bir yardımcıya vererek hem kendisini rahatlatmış hem de çocuklarını sevindirmiş. Kimi zaman, çocukları görebilmek için işyerinden eve neredeyse koşarak geldiğini; ancak Rümeysa veya Emine’nin komşu çocuklarıyla oynamak için evden ayrıldığını gören Teymur; “Taşlar tam yerine oturmuş değil, ben çalışan annelere has bir telaşla koşturarak geliyorum; ama anlıyorum ki onların artık buna ihtiyacı yok.” diyor. Çocuklarının hiçbir zaman evde tek bir bakıcıyla kalmadığını, aileden birisinin mutlaka onlarla ilgilendiğini belirten Teymur, kadınların üretkenliklerini ortaya koyabilecekleri ve insanlara hizmet etmelerini sağlayan işlerde çalışması gerektiğine inanıyor ve “Mümkün olabilse de kadınlar hiç sevmedikleri bir işte sırf parası için çalışmasalar.” diyor. Akşamları belirli saatlerde düzenledikleri ‘kitap okuma’ seansları ise aile bireylerini bir araya getirdiği için oldukça önemseniyor.

Anne olmanın keyfini yeni yaşıyorum

Bir dönem tarih öğretmenliği yapan, şimdi ise Osmanlı arşivinde çalışan Kerime Özbek Yıldız’ın da dört çocuğu var. Çalışan kadınların bir çocukla yetinmesini anlayışla karşılamakla beraber çocuğun bir külfet olarak algılanmasını doğru bulmayan Yıldız, Mehmet (9) ve Hüseyin (8)’den sonra dünyaya gelen ikizleri Aybike ve Enes (3)’in bakımında eskisi gibi zorlanmadığını, artık çok daha müsamahalı ve esnek olduğunu söylüyor. “İlk iki çocuğumda en ufak bir öksürük olsa hastaneye koşuyorduk, dışarıya çıksalar düştüler mi diye camdan ayrılamıyordum. Şimdi tecrübenin getirdiği bir rahatlık var, hatta anneliğin keyfini yeni yeni sürmeye başladım.” diyen Yıldız, önceki hatalarını da tekrarlamadığını belirtiyor: “Birinci oğlumun her işine ben yetişiyordum, kendi işini yapması için ona fırsat tanımıyordum, sonradan bu huyumu terk ettim ve iki oğlum da şimdi ben işe gittikten sonra uyanıp, kahvaltılarını yapıyor ve okullarına gidiyorlar.” Çocuklarının bakımında eşinden çok destek gördüğünü belirten Yıldız, haftada bir yaptıkları aile meclisinde çocuklarını daha yakından tanıma fırsatı bulduklarını söylüyor. Kerime Hanım şöyle devam ediyor: “Çocukların o günü iple çekmesi için babamız o gün bize bir sürpriz yapar. Toplanır ve sohbet ederiz. Bu toplantılardan birinde çocuklardan birine başkan olmasını teklif ettik; çok sıkıldı ve ‘Ben yapamam.’ dedi. Sonradan öğretmeniyle konuştum, okulda da katılımcı olmadığını öğrendim.” Yıldız ailesi yine bu toplantılarda çoğu aile için radikal sayılabilecek bir karar almış ve televizyonu kaldırmış. Çocuklar kitap okuyor, çizgi film CD’si izliyor ve anne–babalarının onayından geçen bilgisayar oyunlarıyla vakit geçiriyorlar. İkizler doğmadan önce hafta sonlarını tezhip kursunda değerlendiren Kerime Özbek Yıldız, fırsat bulduğu zaman bir hobi olarak gördüğü tezhip sanatıyla da ilgileniyor.

24 Aralık 2010 Cuma

Sıra dışı bir kadının 'sıradan'öyküsü

Her günü sıkıntılarla örülü olsa da, dünya üzerinde hemen herkesin yaşayabileceği bir hayattı onunkisi. Gülseren Günana, sıra dışı karakteri, zorluklarla mücadele etme yöntemi ve yazdığı kitapla sıradan öyküler arasından çekip çıkardı kendi yaşam öyküsünü. Yapabileceği tek işin çocuk bakıcılığı olduğunu düşünüp iş arar. Ama aileler onun başörtüsü ve kıldığı namazıyla kötü örnek olacağına inanmaktadırlar. Önüne çıkan engeller onu kendi çocuk bakıcılığı danışmanlık şirketini kurmasına neden olur. Gülseren Hanım 15 yaşında zorla evlendirilmiş. Daha sonra 4 çocuğuyla İstanbul'da kocası onu terk ettiğinde kimsesiz ve yalnızmış. Bu acılara kızı Esengül'ün hayatının baharında kanserden vefat etmesi eklenmiş. Ama o ümitsizliğini Allah'a olan inancıyla aşmış.

Telefondaki ses, kendi hayatını anlatan 'okunmaya değer' bir kitap yazdığını ve eğer bir yerde buluşursak kendisi ve kitabı hakkında daha ayrıntılı bilgi verebileceğini söylüyordu. Hayatındaki tüm zorluklarla tek başına mücadele eden ve sadece Allah'a olan bağlılığıyla ayakta kalmayı başaran Gülseren Günana'nın çetin yaşam öyküsüne dahil oluşumuz böyle başladı işte...

'Tezeklikte okuma öğrendim'

Kars'ın Harmani köyünde 11 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak hayata merhaba diyen Gülseren Günana'nın zorluklarla mücadelesi küçük yaşlardan itibaren başlıyor. Okula gitmesini istemeyen annesine rağmen, okuma yazmayı gizlice 'tezeklik'te öğrenen ve yine annesi tarafından henüz on beş yaşındayken kendisiyle aynı yaştaki bir gençle zorla evlendirilen Gülseren'in kocası tarafından terk edilmesi, birbiri ardınca yaşanan sıkıntılar zincirinin ilk halkası gibidir. Bir buz pateni sahasına benzettiği İstanbul'da en büyüğü ortaokula başlamış dört çocukla kalakalan Gülseren Günana, bir yandan eve ekmek getirme, bir yandan da çocukları için ideal bir anne olma çabası içindedir. Maddi yetersizlikler içinde büyüttüğü çocuklarına verebileceği tek şey sevgidir ve Gülseren Günana, bugün çocuklarının sağlıklı ve başarılı bireyler olarak topluma katılmasında bu iksirin büyük faydasını görür.

Takdire şayan bir hayat

Gülseren Günana, her türlü maddi ve manevi destekten yoksun olarak dört çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmeye çalışır; ama kızı Esengül'ün hayatının baharında kanserden vefat etmesi ve hastalık sürecinde yaşadıkları iyice yıpratmıştır onu... Ümitsizliğin karanlık derinliklerine düşmek üzereyken 'Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez.' düsturuyla bir kez daha toparlanır ve yeni bir iş aramaya başlar kendine; çocukları çok sevdiğine göre çocuk bakıcılığı yapabileceğini düşünür; ama başvurduğu aileler öyle düşünmezler; tesettürlü giyinen ve namaz kılan bir kadının çocuklarına kötü örnek olacağına inanmaktadırlar çünkü... Sırf dini tercihlerinden dolayı engellenmesi onu çocuk bakıcılığı alanında kendi danışmanlık şirketini kurmaya yöneltir. Bir yandan çalışıp bir yandan okuyan oğlundan aldığı maddi ve manevi destekle kurduğu Gül Danışmanlık Şirketi, kısa bir süre içinde hemen her kesimden insanın başvurduğu güvenilir bir kurum olmuştur. Çocuklarını evlendiren ve onca sıkıntıdan sonra ekonomik olarak rahat nefes almaya başlayan Gülseren Günana, 'Başıma bir şey gelse kimsenin haberi olmayacak.' korkusuyla ikinci defa evlenir, danışmanlık şirketini kapatır ve yarım asırdır zihninde ve gönlünde biriktirdiklerini yazarak insanlarla paylaşma yolunu seçer.

Azmiyle başardı

Kars'ın kuş uçmaz kervan geçmez bir köyünde ilkokula dahi gitmeden okuma yazma öğrenen bu azimli kadını dünya klasiklerini okumaya ve kendi yaşadıklarını kaleme almaya götüren süreç gerçekten de üzerinde durup düşünülmesi ve ders çıkarılması gereken bir süreç. Nesil Yayınevi tarafından basılan 'Yürek Sızısıdır Yaşamak' adlı kitabını bir nevi geçmişle hesaplaşmak olarak gören Günana'nın tek isteği kitabının mümkün olduğunca fazla insana ulaşması. Yeni öğrendiği bir çorba tarifini bile eşe dosta dağıtmadan rahat edemeyen bir kadın için bundan doğal ne olabilir ki?!...

23 Aralık 2010 Perşembe

Boşanmış kadının durumu çok zor

1995'te kendim gibi üniversite mezunu bir hanımla evlendim. (Görücü usulü ile. Ailem uygun gördüğü için zamanla severim diye evlendim ama öyle değilmiş sevilmiyormuş.) Eşim 6 yılda küfürler etti, akrabalarımla, arkadaşlarımla görüşmemi istemedi. Ben boşanan kadının Türk toplumundaki yerini bildiğim için hep sabrettim. Bu arada yakışıklı bir de oğlum oldu ama eşimin tutarsız davranışları sona ermedi. Bir sabah artık her şeyi bitirme kararı verdim ve 2001 Haziran ayında dava açtım. 2002 Mayıs ayında boşandım. Boşanma davaları esnasında annemlerin yan köyünde bulunan ve babamın da öğretmen olması nedeniyle görüştükleri, annemlerin yere göğe sığdıramadığı bu dünya tatlısı bayan öğretmen ile tanıştım. O da benim gibi 4 yıl önce eşinden ayrılmış, benim oğlumla aynı yaş bir oğlu olan, kendi ayakları üstünde durmayı başarmış, modern ve son derece iyi niyetli biri. Eski eşime göre herkes kötüydü. Ona göre ise herkes iyi. Konuştuk, görüşlerimiz, beğenilerimiz, beklentilerimiz, en önemlisi insana verdiğimiz değerler aynı. Ailelerimizin bilgisi ile çocukları da alarak 2002 yazında tatile bile gittik, bunu başarıp başaramayacağımızdan emin olalım istedik. Ama o bir haftada ailemin kararı değişmiş. Biz onu istemiyoruz, iki çocukla siz bunu başaramazsınız, o bize namus olarak uygun değil, herkesle gezip tozmuş diye karşı çıktılar. Daha önce kısa bir süre birliktelik yaşadığı insan annemlere bir sürü yalan söylemiş. Öğretmenlik yaptığı köyden bir dul kadına atılabilecek tüm iftira ve dedikodulara maruz kalmış. Kaldı ki ben ilk tanıştığımızda tüm çıplaklığıyla her şeyi bana anlatmıştı, ben de onu her şeyiyle kabul ettim. Şimdi ailem onunla görüşmemi istemiyor. Ailemiz ikiye bölündü. Dedemler, dayım, teyzemler onu istiyor, annem ve babam istemiyor, biz ise birbirimizi daha önce hiç kimseleri sevmediğimiz kadar seviyoruz. Ailem beni evlatlıktan reddetmeye kadar işi ileriye götürdü. Sevdiğim ise ailem onu istemediği sürece benimle evlenmeyeceğini söylüyor. Artık sıkıntıdan vücudumda yaralar çıkar oldu, ne yapmalıyım? Annem ve babama kimse laf anlatamıyor. Biz ise defalarca denememize rağmen birbirimizden kopamadık. Nasıl bir yol izlemeliyiz?
Dul kadınlar
Sevgili oğlum, anlattıkların ve yaşadıkların düşünceni ne kadar da doğruluyor. Haklısın, yıllardır aynı gözlemi yapıyorum. Boşanmış kadının hiçbir hakkı yoktur ülkemizde. Ne yeniden evlenmeye, ne bir erkeğin yakınlığını aramaya, ne istediği gibi gezip eğlenmeye, ne şık giyinip güzel görünmeye... En basitinden bir erkek akrabasıyla bile görünse, hemen 'herkesle gezip tozuyor, namuslu bir kadın değil' damgası yiyiverir. İşte senin olayında olduğu gibi. Onun da yeni bir hayat kurmaya herkes gibi mutlu olmaya hakkı olduğunu hiç kimse aklına bile getirmez. Boşanmış kadın olmak, hele hele bir de çocuğu varsa, hemen dışlanmak demektir. Bırak yeni bir erkekle hayatını birleştirme çabalarını bir kenara. Evli arkadaşları bile onu eskisi kadar evlerinde görmekten hoşlanmazlar. Sanki hemen kocalarını ellerinden kapacak bir tehdit olarak görürler onu. Ailen seni zorla evlendirmiş. Doğal olarak bunun sonucunu mutsuz bir evlilik ve boşanmayla her ikiniz de yaşamışsınız. Eşin de elbette mutsuz olmuş. Seni bunca mutsuzluğa sürüklemekten en ufak bir vicdan azabı duymayan ailen... (Ne yazık ki bunlardan binlercesi var ülkemizde) Şimdi de böyle eşsiz bir mutluluğu yakalamışken, iki acılarla yoğrulmuş, mutsuz insanın yeniden mutlu olabilme umudunu bir kez daha yıkmaktan en ufak bir rahatsızlık bile duymuyor. Sebep ne? Sebep yalnızca bu genç hanımın evlenip boşanmış olması ve senden önce ‘‘Belki bu defa mutlu olurum’’ diye düşünüp yakınlaştığı bir başka erkek. Oğlum, bırak Allah'ını seversen bu kadar aile baskısı altında yaşamayı. Bırak bu kadar ezikliği artık arkanda. 35 yaşındasın. Şairin dediği gibi yolun yarısındasın. Belki o kadar bile değil. Lütfen artık kendin için yaşa. Kendin ve bu kadar sevdiğin o güzelim insan, o çok değerli dünyalar iyisi kadın için. Ve sizin mutluluğunuz içinde mutlaka huzur bulacak, mutluluk tadacak güzelim yavrularınız için. Lütfen ablanı dinle. Aileni değil.

22 Aralık 2010 Çarşamba

İngilizler ağır stres altında

İngiltere'de yaklaşık 2 bin yetişkin üzerinde yapılan bir anket, halkın yüzde 40'ının, kendini 5 yıl öncekinden daha ağır bir stres altında hissettiğini, yarıya yakınının bu stres yüzünden sürekli karamsar ve depresif bir ruh hali içinde bulunduğunu ortaya koydu.


İngilizler, en büyük stres kaynağı olarak iş yaşamını gösterirken,ikinci büyük nedeni parasal sorunlar, üçüncü nedeni ise ailevi problemler oluşturdu. Sağlık sorunları ve çocuklar ya da torunlar içinduyulan gelecek kaygıları bu nedenleri izledi.

Anket sonuçlarına göre, İngilizlerin yüzde 27'si kendisini ağır stres altında hissettiği zaman, bu sorunu yenmek için yürüyüşe çıkıyor, yüzde 25'i ise arkadaşları ya da akrabalarıyla konuşuyor.

Bazı İngilizler için müzik ve televizyon, stresi azaltmanın bir yöntemi olarak görülürken, halkın yüzde 23'ü alkole, yüzde 18'i sigaraya sığınıyor, yüzde 15'i ise hiçbir şey yapmıyor ve olayları akışına bırakıyor. İngilizlerin yüzde 25'i, stres yüzünden kendini izole edilmiş hissettiğini, yarıya yakını depresyona girdiğini, sekiz kişiden biri de çare arayacak hiçbir yer bulunmadığı hissine kapıldığını söyledi.

Maudsley Hastanesi psikiyatristlerinden Dr. Raj Persaud, pek çok kişiye İngiliz halkında ortaya çıkan bu stres ve ruhsal çöküntü seviyesinin şaşırtıcı gelebileceğini belirtirken, ''Aslında bunun hiç de şaşılacak bir tarafı yok, bütün bunlar modern hayatın insanlar üzerinde yarattığı kötü etkiden başka bir şey değil'' dedi.

Komşu ya da aile desteğinin de eskiden olduğu gibi kolay bulunamadığını belirten Dr. Persaud, kişinin stresle başa çıkabilmek için daha çok spor yapması ve daha rahatlatıcı eylemlere yönelmesi gerektiğini bildirdi.
Stres Topu

STRESİ TARİHE GÖMÜN

Unutmayın! ‘‘Bilmek yetmez, uygulamanız gerekir, istemek yetmez, yapmanız gerekir.’’ Ünlü Alman sanatçı ve düşünürü Goethe'nin bu sözü, sizin için bir ilke olmalı. Sağlığınız için daha iyi şeyler yapmayı ve sürdürmeyi hemen Deneyin.

STRESİ TARİHE GÖMÜN

Yapacağınız şey zor değil. Sağlıklı davranışları yaşamınızın bir parçası haline getireceksiniz. Fazla kilolarınızı vermeye, ideal kilonuzu korumaya, düzenli olarak hareket etmeye; besinleri de ilaçlar gibi tüketmeye, sadece acıkınca yemeye, gerektiği miktarda yemeye, uygun saatlerde yemeye başlaycaksınız. Uykunuza özen göstermeye, onu ancak ilaç alınarak yapılabilecek zahmetli bir iş haline getirmeden evvel, zamanında ve yeterli süre uyumaya çalışacaksınız. Daha çok gülmeye, eğlenmeye, yardım etmeye, hoşgörmeye, sevmeye, stres sorununuzu tarihe gömmeye karar verceksiniz.
http://www.blogger.com/img/blank.gif
KENDİNE SAYGI

Eğer yaptıklarınız ve yaşadıklarınız, beden ve ruh sağlığınıza karşı özenli ve saygılı bir tutum içermiyorsa hemen başlamanın sizin için daha da önemli olduğunu unutmayın.

Bu güneşli bahar sabahı sizin için daha iyi ve daha güzel bir hayatın başlangıcı olabilir. Haydi, durmayın artık. Başlayın!..
Stres Topu

20 Aralık 2010 Pazartesi

Yeni trendlerin hikayesi

Modada yeni trendleri öğrenmek için bu öyküyü okuyun. Egzotik bir atmosferde yılın modasını anlatan ipuçlarını bulacaksınız.


Kafe-bar, Akdeniz'in Afrika kıyısını çağrıştıran bir atmosfere uygun olarak dekore edilmişti. Duvarlar, vanilya ile kemik rengi arası... Pürüzlü yüzeyi ışığı bir ton yumuşatarak yansıtıyordu. Tavandaki pervanelerin ağır bir tempoyla dönüşü, sıcak iklimin tembel ikindilerini yaşatıyordu içerdekilere. Tabii klima serinliğiyle.


Erkek, sırtını duvara verdiği iskemlede hafif kaykılmış bir şekilde buzlu kahvesini içiyordu. O da mekanın dikte ettiği atmosfere uygun bir ruh haliyle oyalanarak, tembel bir edayla, pipetle köpüklerden desenler çiziyordu bardağın kenarında. Kafede başka kimse yoktu. Barmen de barın bir kenarına oturmuş, gazeteye göz atıyor, ara sıra mutfağa giren çıkan bir kadın garsonla laflıyordu.


Erkek, pipetiyle kahvenin sonunu, gürültülü bir şekilde ilan ettiğinde barmen kısa bir bakış yöneltip doğruldu. Erkek eliyle hesap işareti yapacaktı ki, barın epeydir kımıltısız kapısı açıldı. Gelen, genç bir kadındı, güneşi arkasına aldığı için yalnızca loş bir silüet olarak süzüldü içeriye KALIN ÇERÇEVELİ SİYAH GÖZLÜKLERİ kaşlarının bir kısmını açıkta bırakmıştı. UZUN, HAFİF DALGALI KESTANE RENKLİ SAÇLARI arkadan aldığı ışıkla parlak bir hat çiziyordu. Tereddütsüz, erkeğin tam karşısına camın kenarındaki masalardan birine oturdu. Yürüyüşünden arta kalan rüzgar parfümünü yaydı ortalığa. Bir anda bir şeyler çağrıştıran bir kokuydu. Çok bildik, ama derin bir kokuydu. Hem taze, hem de derinden gelen bir koku. Sanki çok yaklaşıldığında tenden yükselen buğu duygusunu veriyordu.


SOLUK PEMBE


Erkek, otomatik bir hareketle, kaldırdığı eliyle bardağına hafif bir dokunuş yaparak bir tane daha istedi. ‘‘Bu kokuyu bir yerden biliyorum‘‘ diye geçirdi içinden.


Kadının gözlüğünü çıkartması gerçek bir sürpriz duygusu uyandırdı. Yüzünün yarısı, pencereden gelen ışığı alıyordu. Gözkapaklarındaki belli belirsiz PEMBELİK hafif bir yay çizerek yanaklarına doğru gelirken güçlenip koyulaşmıştı. Sanki upuzun bir merdiveni yeni tırmanmış gibiydi. Farın yüzündeki yolculukta allığa dönüşmesi bir ressamın fırçasını hiç kaldırmadan yaptığı usta bir hareketle gerçekleşmişti sanki. Gözlerde pembe görünen ama yanaklarda kızılla biten bir renk şeridi. Dudakları SOLUK PEMBE bir cilayla kaplı gibi PARLIYORDU.


Bedenine oturan açık vizon renkli bir gömleğin kollarını dirseğin biraz altına kadar kıvırmıştı. Beyaz, kalçadan dümdüz inen BOL pantolonunun paçaları, ayak bileklerini açıkta bırakacak şekilde KISAYDI. Teni ALTINSI ışıltılar saçıyordu. Boynunu saran bir sırımın ucunda çok açık, PASTEL MAVİ renkte bir kristal göze çarpıyordu. Aynı renkte OJE sürmüştü. Çok açık. Sedefli mavi renkte bir oje. Kısa bir an başını kaldırıp tavandaki pervanelere baktığında gözlerinin ela rengi, hemen kirpiklerin dibine çekilmiş uçuk maviyle daha da belirginleşmişti. Gözkapaklarındaki MAVİ kolyenin ucundaki taşla aynı tondaydı. UPUZUN ve KIVRIK KİRPİKLERİ ince küçük gölgeler yapıyordu yüzünde. Ayaklarında incecik bantlı, mavi renkte sandaletler vardı. Sandaletlerin MAVİSİ neredeyse turkuvaza çalıyordu. Üzerindeki maviler teninin altın rengi ve bluzunun vizonluğu ile kontrast yapıyor, ara sıra ışıldıyormuş gibi bir duygu veriyordu.


Buzlu yeşil çay


‘‘Acaba çantası nasıl, mavi mi?‘‘ diye düşünürken yanındaki iskemleye astığı vizon renkli çantayı gördü. Hasır izlenimi veriyordu ve incecik, pastel renklerde ÇİÇEK motifleriyle bezenmişti.


‘‘Bu kokuyu tanıyorum‘‘... Koku molekülcükleri ortama iyice yayılmıştı, belli belirsiz bir anının kalıntıları gibi. Dışardan gürültüyle bir satıcı geçti. Mısır. Mısırcı karşı binanın duvarına düşen gölgesiyle gözden kayboldu.


Genç kadın garsona işaret ettikten sonra kısa bir süre erkekle göz göze geldi. (Acaba hafifçe gülümsemiş miydi?) Evet gülümsemiş olmalıydı.


Garsonla biraz uzun konuştular, belli ki istediği şey yoktu. Bir ara garson (herhalde kadına bir açıklamada bulunuyordu) hafifçe dönerek erkeği gösterir gibi olup konuşmasını sürdürdü. Tam o sırada kadın da hafifçe eğilerek erkeğe baktı ve (bu kez bariz bir şekilde) erkeğe gülümsedi.


Ne olabilirdi acaba? Çok hızlı düşündü. Birden anladı. Kadın, buzlu yeşil çay istemiş olmalıydı! Çünkü o da istemiş, garson olmadığını söylemişti.


Yeşil çay... Kendi kendine güldü. Tesadüflerin insanı heyecanlandırdığı o durumlardan biriydi işte. Yeşil çay... Kendisi gerçek bir yeşil çay fanatiği idi.


Devamı var


Birdenbire mekana sinen parfüm kokusunun ne olduğunu anladı. Parfüm belli belirsiz yeşil çay kokuyordu sanki.


Dayanamadı, kadının yanına gitti. ‘‘Eğer kızmazsanız bir şey sormak istiyorum, parfümünüz...‘‘


Kadın neşeyle ‘‘Bulgari, Bulgari'nin yeşil çay kokusu‘‘ dedi ve hemen iskemledeki çantasına uzandı. ‘‘Koklamak ister misiniz? Siz de buzlu yeşil çay istemişsiniz‘‘ dedi.


Bu konuşmanın arkası gelecekti. Belliydi...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Kirpiklerime rimel sürüyorum

Eski Ankara muhabiri, şimdi de gecelerimizin neşesi HAKAN AYGÜN itiraf ediyor



‘‘Gecelerimizin neşesi’’ olma sırası şimdi Hakan Aygün'de. Son haberlerin eğlenceli bir programa dönüştürülmesi modası hayatımıza önce Reha Muhtar'ı, sonra Defne Samyeli'ni şimdi de Hakan Aygün'ü soktu. Her gece İnterstar'da son haberlerde karşımıza çıkan Aygün türlü türlü şirinlikler, muziplikler yaparak günden kalanları bize aktarıyor. Yıllarca Ankara'dan siyasi haberleri bize bildiren Hakan Aygün ‘‘İstanbul'a star olmaya geldim’’ diyor. Meğer Ankara haberlerinden zaten çok sıkılıyormuş. Şimdi hep


beraber neşemizi buluyoruz. Geçtiğimiz günlerde programına çıkartığı Aysel Gürel'i de kucağına oturtmak nasip oldu kendisine, artık herhalde ölse gam yemez...


Bir cumartesi öğle saatinde evinde kahvaltı eşliğinde yaptık röportajımızı. Öğle vakti kahvaltı mı olurmuş diyorsunuz belki ama işi gereği anca o saatte kalkabiliyor. Üstelik o sabah biraz daha erken kalkıp bizim için sıcacık su börekleri almıştı. Balkonunda oturup saatlerce sohbet ettik, gelene geçene baktık, dedikodu yaptık. Peki neler mi konuştuk? AZZ SONRAAA !!!



Ankara kariyer yapmadı galiba. Siz de İstanbul'a geldiniz...


- Evet. Star'a star olmaya geldim ha ha ha! 4-5 yıldır yani televizyona girdiğimden bu yana Ankara-İstanbul arasında mekik dokuyorum. Sonuçta bir teklif geldi Ufuk Güldemir'den gece haberlerini yap diye, değişikliği seven bir adam olduğum için hemen üzerine atladım.


İyi para vermişler galiba. Yeşilköy'de oturabildiğinize göre.


- Evet hayatımda ilk kez dolarla bir evde oturuyorum. Kaç dolar olduğunu sormayın. Günlük kurları takip ediyorum bu gece ucuz mu yatıcam, pahalı mı yatıcam diye. Ama Ankara'dan sonra İstanbul'da maddi olarak zorlanıyor insan.


Lüksleriniz arttı mı?


- Yok zaten lüks düşkünü bir adam değildim. Biraz gece hayatını severim. İşten çıktığımda bir İngiliz Pub'a gitmeyi çok severim.


Siz şimdi ‘‘küçük Reha’’ mı oluyorsunuz?


- Küçük Reha yanlış anlaşılabilir hı hı hı.


Biraz Reha Muhtar'lığa soyunmuşsunuz gibi geldi bize.


- Şöyle söyliyeyim. Millet Reha'yla dalga geçiyor ama ben onu çok başarılı bir gazeteci olarak görüyorum. Ama şunu da söylemek gerekir. Reha ana haber bülteninde yapılmaması gerekenleri yapıyor. Daha önce Ateş Hattı'nda yaptığı şeyler yayınlandığı saate uygundu. Şimdi aşağı yukarı benzer bir formatla ben gece haberleri yapıyorum. Ama ben ana haberlere sokamayacağım şeyleri gece haberlerine taşıyorum. Gecenin 12'sinden sonra biraz magazin, biraz sert haberleri tercih ediyorum. Bir de tarzım çok uygun, mizahı çok seviyorum çünkü.


Formatınızın aynı olması dışında patavatsızlıklarınız, potlarınız bile aynı olmaya başladı..


- Hangi potlar???


Bülent Ersoy'a Bülent Bey demek gibi, ameliyatla erkek olan kadına ‘‘yeni organınızla herşeyi yapabilecek misiniz?’’ diye sormak gibi... Size çıkışanlar olunca gayet pişkin davranmak gibi...


- Öyleyim evet, rahatım.






Bu tarz bilinçli seçim


Bu tarzı devam ettirmek ne kadar doğru, hiç düşündünüz mü?


- Evet bu çok bilinçli bir seçim. Bunu düşünerek, tartışarak yarattık. Haber ekibimiz genellikle sert haber ağırlıklı bir ekiptir. Televizyonda daha kitle yayıncılığı yapıyorsun. Her türden adam var karşında ve her türden adama, her türlü malzemeyi vermek zorundasın. Yani bu tarzın reyting alacağını düşündük.


Peki eskiden nasıl ciddi ciddi Ankara haberleri sunabiliyordunuz?


- O haberleri verirken çok sıkılıyordum. Şimdi biraz rahatladım. Cumhuriyet'te siyasi magazin haberleri yaparak başladım. Gazeteciliğe başlatan da Yalçın Pekşen ile Yalçın Bayer'dir. Araştırmacı gazetecilik yapmak istiyorum ama televizyonculuğa geçtiğimden beri buna şansım yok.


Peki, Reha Muhtar şimdi sizi arayıp ‘‘Türkiye Muhtarını bıraktı Hakan'ını buldu diyorsun, ayıp değil mi’’ demiyor mu?


- Demedi. Ben Show'dan ayrıldığım zaman küstü. Konuşmuyor benle.


Peki bu size suni bir rekabet gibi gelmiyor mu, bir kere saatleriniz ayrı.


- Bir kere Reha'yla Hakan rekabete sokulmadı. Bunu kendimiz için bir reklam olarak düşündük ve bu işin biraz esprisini yapalım dedik. Bu bizim için bir reklam olsun. Halka ilişki kurmamızda bir bağlantı olsun dedik. Onun ötesinde bir de ince mesaj gönderdik. Reha yerin orası değil, ana haber değil, gel bu tarafa, geceye demek istedik ha ha ha!






Dalga geçiyoruz


Mesaj yerine ulaştı mı?


- Valla bilmiyorum ne kadar ulaştı. Hala ana haberlerde canavar gibi seyrediliyor. Biz de gece haberlerinde seyrediliyoruz. Fakat biz orada reytinglerle de dalga geçtik. Yüzde 2500 artış falan diye. Bunları da Reha yapmıştı ilk piyasaya çıktığı dönemlerde. O yüzden bunların hiçbirine ses çıkaramıyor şimdi. Yaptığımız hiç ciddi değil. Dalga geçmek için yapıyoruz hepsini.


Bize çok ciddi gibi geliyor.


- Peki şunun neresi ciddi geliyor? İlk beş dakikada yüzde 1500 artış falan ciddi mi şimdi?


İşi bu kadar laubali yaptığınız için tepki geliyor mu?


- Yaa niye böyle falan diye zaman zaman tepki geliyor ama zeki insanlar hemen anlıyor. Belirli seviyedeki insanların buna acayip güldüklerini filan biliyorum. Reha'yla dalga geçilmesini seviyor insanlar.


Peki, dalga geçerken Reha Muhtar'laştığınızı düşündünüz mü?


- İşte bu da madalyonun öbür yüzü. Ama bana dikkat ettiyseniz ben kimsenin sözünü kesmem, sonuna kadar dinlerim.


Bu uzun uzun muhabbetler kendi seçiminiz mi? Sıkabileceğini hiç düşünmediniz mi?


- Bazen evet sıktırabiliyor. Bazen bazı konukları çok ilginç olarak değerlendiriyoruz. Bazen süreyi dolduramıyorsun ve adam istediğin kadar renkli çıkmıyor. Uzatınca da sıkıyor. Ama biz kimseyi yargılamıyoruz. Yaptığımız işte popülizmi amaç olarak seçtiğimiz doğru. Evet doğru biraz geyiğe sardırdık. Fakat Allahaşkına geyiği sevmez miyiz? Hayat sadece sert olaylar mıdır, politika, kavga dövüş müdür?


Siz daha iyi bilirsiniz...


- Değildir! Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki gibi parlementodan haberlerle bir bülten doldurulmuyor. Dünyanın hiçbir yerinde grup toplantıları siyasilerin basına, televizyonlara haykırma platformları değil. Tamam biz belki ortalığı ateşe veriyoruz ama bu kadar çok siyaset haberinin yapıldığı bir ülke de gerçekçi değil. Orada da bir yığın şey abartılıyor. Ben orada geceleri haber şov yapıyorum. Aslında tam adını da koymuş değilim. Ekranda ne kadar kendin olursan, o kadar iyi oluyor. Biz mesela sizinle röportaj yapmıyor olsak gidip bebek kahvede pekala geyik yapabiliriz. O geyiği televizyonda halkımızla paylaşıyorum.


Başta biraz acemilik vardı. Yavaş yavaş atıyorsunuz galiba onu üzerinizden.


- Evet biraz daha rahatladım ama insanlar benim için hep bu adam çok heyecanlı, bu adam çok hata yapıyor falan gibi yakıştırmalar yapıyorlardı. Ama ben hep böyleyim. Beş yıldır böyleydim. Her şeyi panik ve heyecanla anlatıyorum.
Kadınlar

Gece haberlerinde okuyacağınız yazılar promptırdan çok mu hızlı geçiyor? Felaket hızlı konuşuyorsunuz da..


- Tabii promptırcı bana yetişmekte zorlanıyor. Ama o benim normal yapım. Normalde de bıdı bıdı konuşan biriyim. Hiperaktifim. Millet beni bu adam yayındayken çok heyecanlanıyor diye düşünüyordu. Halbuki o benim doğamdan geliyor. Beş yıldır televizyona çıkıyorum. Artık heyecanlanıyorsam da gerçekten yazıklar olsun bana.


Peki gerçekten heyecanlanıyor musunuz?


- Kamera karşısında değilim gibiyimdir. Biraz dezavantaj olarak hiperaktifliğim vardı, kollarım, ayaklarım fazla oynardı. Tek kontrol altına almaya çalıştığım şey omuzlarım.






Şimdi tatilde gibiyim


Hala kıpırdıyorsunuz ama.


- Şimdi oturunca daha rahat. Oturunca rahatladım. Bu daha iyi oldu benim kariyerim açısından.


Peki kariyerinizin iyi yolda olduğunuzu düşünüyor musunuz?


- Cumhuriyet Gazetesi'nden ayrıldığımdan beri yöneticilik yapıyorum. Aktüel'de haber müdürü, Milliyet Gazetesi’nde haber müdürüydüm, Show TV'nin Ankara temsilcisiydim. Ve yöneticilik hiç tavsiye etmem çok kötü bir şey. Kalpten falan gidersiniz yani. İnsanlarla uğraşmak çok kötü bir şey. Günlük çok yoğun bir tempo. Şimdi tatilde gibiyim.


Önünüzdeki bardaklarda ne duruyor? Bir gün iki bardak vardı. Birinde rakı birinde su mu var?


- Hep su duruyor. Belki birinde kola, birinde su duruyordur. Artı, rakı da içmem.


Makyaja alıştınız mı?


- Alıştım artık. Çok bembeyaz bir surat yapıyorlardı bir ara. M. Butterfly gibi çıkıyordum haberlere. Kirpiklerim çok inceydi şimdi rimel sürüp hallediyorum işi.


E harfini biraz açık söylüyorsunuz. E(a)n, ge(a)nç, de(a)mlik derken mesela...


- Evet doğru. Başta düzelt falan dediler ama açık e'lerime de alıştılar sonra. Şimdi kimse laf etmiyor.






Acayip hoşgörülüyüm


Programın reytingi arttı mı?


- Fazla izlenmek kadar fazla ilgi çekmek de önemli. Fazla ilgi çektik. Son birkaç aydır herhalde televizyon dünyasında en çok haberi yapılan adam benim gibi geliyor bana.


Memnun musunuz hakkınızda yazılar çıkmasından?


- Tabii bir narsist olarak bundan epeyce bir keyif alıyorum. Mesela eleştirilir, dalga geçilir, bunlara karşı acayip hoşgörülüyümdür.


Peki kadın hayranlarınızın reytinginde bir artış oldu mu?


- Şu ana kadar bir artış yok. Ama erkekler de kadınlar da arayıp beni çok sevdiklerini söylüyorlar.


Siz açıyor musunuz telefonları?


- Açıyorum ama söylemiyorum kim olduğumu. Tamam Hakan Bey'e iletirim diyorum.


Görüntüde zaten izlenen şeyi bir daha soruyorsunuz. Bunu kasten mi yapıyorsunuz?


- Evet zaman zaman kasten yapıyorum. Bazı insanlar çok tutuk olabiliyor. Ama bunu diğer programlarda da görüyoruz. Şimdi yine taklit ediyorsun diyeceksiniz ama ben birçok şeyi ilk defa yapmış adamım. Televizyon dünyasının başına çok şeyi musallat etmişimdir...


Ne gibi?


- Dudak okumayı milletin başına ben bela ettim. Küçükken Charles Bronson'un bir filminde seyretmiştim dudak okuma işini. Karşı çetenin elemanlarının dudaklarını okuyorlardı. Hep aklımda kalmış nasıl okunur dudak diye. Bir gün Tansu Çiller'in Esat Kıratlıoğlu'na fırça attığı o meşhur sahne geldi. Tık diye birini buldum, onlar da zorlandı. Sonra bir sağır dilsiz bulduk.


Başka?


- Refah Partisi'ni. Herhalde Türk medyasında Refah'a ılımlı bakanlardan biri benim. Onların her zaman düzen partisi olduğunu savundum. Hala da savunurum ama onlar çok kötü bir sınav verdiler. ‘‘Bela ettik’’ Türkiye'nin başına ama biraz ders aldıklarını düşünüyorum. Herifler hiçbir şey yapmadılar ki. Yapmamaları gereken şeyleri söylediler. Sadece söylemleriyle iktidardan uzaklaştırdılar.


Sadece söylemekle mi kaldılar sizce?


- Ne yaptılar yaa? Sadece yapıcaz, edicez dediler. Halbuki biz sekiz yıllık eğitime Erbakan önderliğinde gayet güzel geçecektik. Erbakan Kuran kurslarını da her şeyi de kapatırdı. Tanıyorum ben onu.

17 Aralık 2010 Cuma

Alışveriş merkezlerini kadınlar kurtarıyor

Alışveriş Merkezleri Derneği tarafından yaptırılan bir araştırma, alışveriş merkezlerinin tercih nedenlerini rakamlarla ortaya koydu. 17 yaşın üzerinde 1082 kişi üzerinde yapılan araştırmanın sonucunda, alışveriş merkezlerinin en iyi müşterilerinin kadınlar olduğu saptandı. Kadınlardan sonra bu mekanların tutkunları gençler ve erkekler. Araştırmada ortaya çıkan ilginç sonuçlar şöyle:


Kadınlar alışverişe: Tüketiciler ayda ortalama 1.77 kez giyim ve ayakkabı alışverişi yapıyorlar. Ortalama olarak her 100 giyim ve ayakkabı alışverişinden 58'i alışveriş merkezinden yapılıyor. Giyim ve ayakkabıda çoğunlukla kadınlar alışveriş merkezlerini tercih ediyor. Bunda malların kalitesi ve çeşitliliği rol oynuyor.


Erkekler eğlenmeye: Erkekler, ise eğlence amacıyla alışveriş merkezlerine geliyor. Tüketiciler ortalama 3.34 kez eğlence için dışarı çıkarken erkekler ve gençlerin eğlenceyi daha fazla tercih ettiği görülüyor. Ortalama her 100 eğlenceye yönelik dışarı çıkmanın 39'unda alışveriş merkezleri tercih ediliyor.


Ev eşyası: Aynı araştırmada tüketicilerin 1.66 kez ev gereçleri alışverişi yaptıkları ve 100 ev gereci alışverişinin 43'ünün alışveriş merkezlerinden yapıldığı saptandı.


Tatil yoğunluğu: Bir defada en çok tatil öncesi dönemlerde harcama yapılıyor. 17-23 ve 24-30 yaş grupları toplu harcamalarını daha çok tatil öncesi dönemlerde yapıyor.


En gözde ilçe Bakırköy: En çok harcama yapılan alışveriş yeri ise Bakırköy. Bakırköy'ü alışveriş merkezleri takip ediyor. Kadıköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Osmanbey, semt pazarı, Şişli en çok alışveriş yapılan yerler arasında gösteriliyor.


Eğlence ve sinema: Eğlence ve sinema faaliyetleri için alışveriş merkezleri daha yüksek oranda tercih ediliyor. Yüzde 20.8 kişi filmlerin daha kaliteli olduğunu söylerken, bu kişilerin yüzde 18.6'sı daha geniş bir ortam olmasını, değişik filmlerin olduğunu ve sinemaların güvenilir olduğunu belirtiyor.



Günde 1 milyon kişi geziyor


Son yıllarda sayıları giderek artan alışveriş merkezleri, zamanı kısıtlı olanlara hem ziyaret hem ticaret imkanı sağlıyor. Alışveriş merkezlerini dolduran tüketiciler, aynı çatı altında günlük ihtiyaçlarını sağlayıp, alışveriş yaparlarken, diğer taraftan da yemeklerini yiyip sinema seyredebiliyorlar.


Yılbaşı, bayram, tatiller ve okulların açılma dönemleri, bayramlarda büyük alışveriş merkezlerinde uzun süren hareketli günler yaşanıyor. Bu dönemlerde alışveriş merkezlerini ziyaret edenlerin sayısı bir milyonu geçiyor. Bu merkezlerin sinemaları da yarıyıl tatillerinde dolup taşıyor. Günde trilyonların döndüğü bu merkezlerde ev aletlerinden, gıdaya, giysiden oyuncağa kadar herşeyi birarada bulmak mümkün.


Bu mekanlar zamanı kısıtlı olan çalışan kesime, iş çıkışı yemek yiyip, alışveriş yaptıktan sonra güzel bir film izleme imkanı sağlıyor. Türkiye'de çoğunlukla boş zamanları geçirmek için gidilen bu mekanlarda bir kişi yaklaşık 3 saat zaman geçiriyor. Türkiye'de açılan ilk alışveriş merkezi İstanbul Bakırköy'deki Galleria oldu. İstanbullular 1988 yılında hizmete giren Galleria ile alışveriş merkezleriyle tanışmış oldular.


Çeşitli mağazaları tek bir çatı altında toplayan bu alışveriş merkezlerinin büyük ilgi görmesinin ardından Galleria'dan sonra Capitol, Akmerkez, Carousel ve Carrefour hizmete açıldı.



Alışveriş Merkezleri Derneği'nin araştırması, İstanbul'daki büyük alışveriş merkezlerinin en iyi müşterisinin kadınlar olduğunu ortaya koydu. Erkeklerin ise, bu merkezlere daha çok ‘‘eğlenmek amacıyla’’ uğradığı görüldü.



Eğlenmeye giden çok


4 Eğlencede alışveriş merkezlerinin seçenlerin oranı yüzde 39.


4 Ayda ortalama 1.7 adet ayakkabı alıyoruz.


4 Alışverişin yüzde 58'i büyük alışveriş merkezlerine kaydı.


4 Her 100 ev gerecinden 43'ü alışveriş merkezinden alınıyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

Bu silikonda bir hikmet var

Atalarımızdan iz taşıdığı söylenir, ancak her yerini en ince ayrıntısına kadar görebilme imkânını bize vermesine rağmen böyle bir ize rastlayamadık. Çok para kazanır, kazancını silikona yatırır. Silikonlandıkça daha çok para kazanır, sonra tekrar silikonlanır. Bu silikonda bir hikmet var, acaba ben de birkaç kilo alıp bir kenara koysam mı yatırım amaçlı?


İki silikon seansı arasında pazar eklerine fotoğraf çektirir. Ata binerken, sırtüstü yatarken, samanlıktan samanı kaldırırken, gözünü süzerken, ağzını büzerken vs., vs. Bu işi o kadar çok yapar ki, hatta aynaya bakmak yerine fotoğraf çektirdiği söylenir. Mesela, akşam bir davete gidecek, giyindi, süslendi diyelim, ‘‘Nasıl oldum’’ diye aynaya bakmaya geldi sıra, derhal Erol Atar'ı çağırır, ‘‘şak’’ bir fotoğraf, bakar nasıl olduğuna. Ne diyeyim Allah pazar eklerimizi onsuz koymasın.


*




Işıl ışıl ay yüzlü, saygın bir hanımefendimiz pardon hanımkızımızdır. Siyasetle uğraşır, hatta o kadar çok uğraşır ki geceleri bile ara vermez. Bu yüzden değil evlenmek, bir erkek arkadaşı bile olmamıştır. Üçer beşer çocuğu olan tembel politikacılar bu durumdan utanmalıdırlar. En büyük hobisi toz almaktır. Çok sevdiği siyasi çalışmalarına ancak toz almak için ara verir. İlginç fikirleri vardır; kızlar kızlığını bilmeli, evde toz almalı, diskolarda barlarda asla gezmemeli, çok bunalırlarsa senede bir, bilemediniz iki defa bir pastanede limonata ya da şerbet içmelidirler. Nitekim kendisi de genç kızdır ve böyle yapmaktadır. Dileğim 52 yaşındaki genç kızla 22 yaşındaki genç kız arasındaki farkı en kısa zamanda anlayabilmesidir.


*




Bir zamanlar gıda maddeleri imalathanelerinden, herdaim ruh ve sinir hastalıklarından ve son zamanlarda da Süperstar'ımızdan sorumlu devlet bakanımızdır. Bir politikacı ve doktor olarak her zaman halkın nabzını tutmak gerektiğini bilmektedir, ancak kapı kapı gezip herkesinkini tutamayacağından Süperstar'ınkini tutmakla yetinmiştir. Nabız elinde gazino gazino gezmektedir. Yalnız son günlerde duyduğumuza göre Süperstar'ın geçirdiği dizi dizi ameliyatlar neticesinde nabzının nereye kaydığı belli olmadığından, bu işten vazgeçip Ankara'ya dönmüştür.


Daha önce yine bir sanatçıyla evli oluşu sanata meraklı olduğunu, ancak cimri olduğu için bu merakını bedavaya getirmeye çalıştığını düşündürmektedir.


Ayrıca kimsenin yapamadığı bir şeyi gerçekleştirmiş, sevgilisini beyninden iğfal etmiştir. Akıl hastalıkları doktoru olduğuna göre, elbet beynini iğfal edecektir. Jinekolog olsaydı haliyle başka yerinden yapacaktı bu işi. Kısacası bunu neden yaptığı ortadadır. Fakat nasıl yaptığı bizler için merak konusudur.


*




Her şeyi bilir, her işten anlar. Köşe yazar, haftanın rüküşünü seçer, spor yazar, hatalı sürücüleri kovalar. Türkiye Güzeli'ni seçer (hatta ben güzele güzel demem, güzeli o seçmediyse) evinin kapısına ‘‘ne iş olsa yaparım abi’’ yazmasına az bir şey kalmıştır.


Hayatında vazgeçemediği üç şey vardır: Sezen, Galatasaray ve mankenler. Her davete ayrı bir mankenle katılır. Bu kızları tanıyıp tanımadığı tam olarak bilinmemektedir. Belki de şöyle olmaktadır: Akşam bir davete gidilecek, haliyle bir patrner lazım. Bir manken ajansına telefon açılır, bir manken siparişi verilir, ‘‘Bu seferki sarışın olsun, koyu renk elbise giydim, beni açsın’’ denir.


Kendisini dünyaca ünlü bir aktöre benzeterek kelliğinin acısını hafifletmeye çalışmaktadır.


Gülüşü ünlüdür. Bu ün hem çıkardığı sesten, hem de gülme sırasında dilinin yer değiştirmesinden kaynaklanmaktadır.


Ahkâm kesmediği zamanlarda şapkası büyük bir arkadaşının cafesinde etrafı kesmekle meşguldür.


*




Güzel doğmuştur, güzel kalmıştır, her zaman güzel kalacaktır. Şarkıcıdır, oyuncudur, sporcudur, talk showcudur, annedir. Gözleri hülyalıdır. Kocası çilingirdir.


Bazı meslektaşları gibi Allah ona da ‘‘Yürü ya kulum’’ demiş, yine bazı meslektaşları gibi o da yanlış anlayıp koşmuştur. Neredeyse karnında gaz olsa, onu bile paraya tahvil edecek duruma gelmiştir. ‘‘Nasıl olur?’’ derseniz; mesela doğalgaz reklamına çıkabilir.


Her hafta yayınlanan televizyon programında seyredenler değilse bile, kendisi çok eğlenmektedir. Allah güldürsün, programın başından sonuna kadar takılı kalmış gülme efekti gibidir.


Sevgili Bekir Coşkun'a


Yazılarınıza, dolayısıyla kişiliğinize olan hayranlığım bir hayvansever olmanız sebebiyle bir kat daha arttı. Çünkü ben de bir hayvan dostuyum. Pazar günkü yazınızda konu ettiğiniz Pako'nuza bir başka Pako'dan sevgiler.


Pakize veya yakınlarımın tabiriyle PAKO



Mış muş köşesi


Kadınlar ve zenginler daha uzun yaşıyorlarmış.


Desenize, Sibel Can dünyaya kazık çakacak.


İngiltere'de utangaçlığı yok eden hap geliştirilmiş.


Aman bizim ‘‘Pazar Eki Kızları’’nın eline geçmesin, bir de onu içerlerse, artık ne yaparlar bilemem.


Kişiye göre ilaç çıkıyormuş.


Bundan sonra eczaneye girip ‘‘Sarışın orta boylu, kahverengi gözlü bir bayanım, tipime uygun bir aspirin rica edecektim’’ diyeceksiniz.


Evlilik mutluluğun garantisiymiş.


O halde tarafların mutsuz olmaları durumunda, garanti belgesi niteliğindeki evlilik cüzdanını karşı tarafın başında paralama gibi bir hakları mevcut.


Her üç kişiden biri alerjikmiş.


‘‘Üç kişiden biri’’ndeki ‘‘biri’’ ben oluyorum. Bende alerji yapan şey de diğer iki kişi.


Türk kadını tedavi olmakta geç kalıyormuş.


Kadınlar genellikle 5 senede bir yaş büyüdükleri için yıllık kontrol diye 5 senede bir gidiyorlar doktora, haliyle tedavi gecikmiş oluyor.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Beyaz ten kampanyası

Sigaraya karşı yürüttükleri kampanyada önemli mevzi kazanan kanserle mücadele gönüllülerinin yeni hedefi, güneş ve bronz ten. Kampanya başarılı olursa yakında Batı'da bronz tenliler de sigara içenler gibi uzaylı muamelesi görecek.


İngiliz kanserle mücadele örgütü bronz tene karşı savaş açtı. Kampanyasında güneş banyosunun tehlikelerine işaret eden İngiliz Kraliyet Kanser Araştırma Vakfı kozmetikçilerden de kendilerine destek talep etti. Vakıf, kozmetik sanayinden ‘solgun ten güzeldir’ mesajı vermesini istiyor.


Cilt kanseri İngiltere'de en yaygın kanser türlerinin başında geliyor. Melonoma olmayan cilt kanserleri tedavi edilebildiği halde, 1997 yılında bu hastalıktan 467 kişi öldü. Melonoma tipi cilt kanseri ise 1640 can aldı. Bu rakamların şimdilerde üçe katlandığı ve her yıl 100 bin yeni melonom olmayan cilt kanseri vakaları eklendiği belirtiliyor.


Vakfa danışmanlık yapan cildiye uzmanı Charlotte Proby, ‘İnsanların bronz tene düşkünlüğünü endişeyle izliyorum. Bronzlaşma, fazlaca güneşe maruz kalındığının ve cildin zarar gördüğünün bir belirtisidir. Bronzlaşma arzusu ve yetersiz koruma güneş yanığı riskini, dolayısıyla kansere yakalanma riskini artırmaktadır’ diye konuştu.


Ancak İngiltere'de yapılan bir araştırma herşeye rağmen insanların bronz bir tene sahip olma arzusunda olduklarını ortaya çıkardı. Kansere yakalanma riskine rağmen 7 kişiden 1'i güneş banyosu yapmak istediklerini söylediler. Vakfın kampanyasına JMC isimli bir şirket de ‘güneşe karşı duyarlılık’ mesajlarıyla destek veriyor.


JMC, ‘İnsanların güneşten keyif almasını engelleyebileceğimizi düşünecek kadar budala değiliz, ancak kendilerine zarar vermeden güneşlenmelerine katkıda bulunabiliriz’ diyor. Kanser Vakfı, tatilcilere saat 11.00 ile 15.00 arasında güneşten uzak durmalarını, güneşe çıktıklarında da bol giysiler giymelerini, güneş gözlüğü ve şapka takmalarını öneriyor. Ayrıca enaz 15 faktörlü koruma kremi de tavsiler arasında. Yüzerken de güneş yağını ihmal etmemek gerekiyor.


Sigara şirketlerini dize getiren kanser lobisi, yakında güneş yağlarının üzerine de ‘güneş, cild kanserine yol açar’ uyarısı koydurmayı başarırsa hiç şaşmamak gerek.

Bana şövalye gibi davranıyor

Amerikalı kadınların son zamanlarda çok sevdikleri bir sözcük var. Dillerinin üzerinde çikolata gibi erittikleri, eşlerinin kulaklarına fısıldadıkları bir sözcük: ‘‘chivalry’’. Sharon Stone en son erkek arkadaşı Phil Bronstein için ‘‘He treats me with respect and chivalry’’ dedi. Türkçesi, ‘‘bana çok saygılı ve bir şövalye gibi davranıyor’’. Kadınlar


‘‘Ben 39 yaşındayım, o ise 46. İki yetişkin insanız ve ikimizin de ayrı ayrı geçmişi var. Ve bu geçmişler birbirine o kadar uyumlu ki...’’


Saygı ve şövalye ruhu. Sharon Stone'un şövalyesine daha yakından bakalım: O bir gazeteci. San Francisco Examiner Gazetesi'nin Yazıişleri Müdürü. Daha önce El Salvador'da, Peru'da muhabirlik yaptı. Filipinler'de yaptığı röportajlarla 1986 yılında Pulitzer ödülünü kazandı. Evli ama iki yıldır eşinden ayrı yaşıyor. İşyerinde kovboy çizmeleriyle dolaşıyor. Vücudu çok kıllı, omuzlarında bile kıllar var. Takma adı ise ‘‘el Maço’’.


Adının maçoya çıkmasının tek sebebi 1993 yılında gazetesini kapatmak isteyen Los Angeles Belediye Başkanı'nın danışmanını dövmesi değil. Şehirde onun diğer maçoluk hikayeleri de dilden dile dolaşıyor.


Ama bütün bunlar bir seks idolünü fethetmek için yeterli mi? Sizce de biraz daha fazlası gerekmiyor mu? Hele de Sharon Stone 40. yaşgününden hemen önce 10 Mart 1998'de bu adamla evlenmek istiyorsa...


Stone ile Bronstein'ın yakınlaşmaları ‘‘Sphere’’ filminin San Francisco'daki çekimlerine rastlıyor. Bronstein'ın seti ziyaretinin ertesi günü, Stone kucak dolusu çiçekle iade-i ziyarette bulunuyor. Bronstein'ın odasının kapısı birkaç saatliğine kapanıyor. Bu sıcak saatlerin ardından seksi yıldız doğruca bir emlakçıya gidiyor ve San Francisco koylarından biri olan Marin County'de bir ev satın alıyor.


Aşk listesi yıldan yıla uzayan, ‘‘Her erkeğin üstesinden gelirim’’ gibi provokatif sözler söylemekten çekinmeyen Sharon, acaba son durağa geldi mi?


Basic Instinct/Temel İçgüdü filminde giyip giymediği tartışma konusu olan iç çamaşırı, Sharon Stone'u Hollywood'un bombaları arasına sokmayı başardı. Filmin ulaştığı astronomik gişe hasılatından sonra Sharon Stone bir anda inanılmaz bir güce kavuştuğunu söyledi. Bu güç Stone'a bakın neler dedirtiyordu: ‘‘Erkekler bir şekilde mutlaka domuzlara benzerler. Oyunun kurallarını kendilerinin koyabileceklerini sanırlar. Oysa bu büyük bir saçmalık. Ben bunu yüksek sesle söylediğim için kadınlar tarafından seviliyorum.’’


Ünü arttıkça bilinmeyen yönleri de bir bir ortaya çıktı Stone'un. Mesela IQ'sunun süperzeka olarak adlandırılabilecek kadar yüksek olması: 154. (Einstein'ınki 138'di). Bu önemli bilgiden sonra Amerikan erkeklerini aldı mı bir düşünce! Seksin ve zekanın en yoğun karışımlarından biri olan Sharon acaba yatağa nasıl atılırdı?


Birinci sorun: Böyle bir kadınla ne üzerine sohbet edilir? Konfiçyüs, Quantum fiziği ya da ne?


İkinci sorun: Böyle bir kadını nasıl etkilersiniz? Para deseniz, kendisi zaten zengin. Yaklaşık 200 milyon dolarlık bir serveti olduğu söyleniyor. Birlikte olduğu erkekler arasında dünyaca ünlü isimler de vardı: Eric Clapton, Quincy Jones, Küçük John F. Kennedy bunlardan sadece üçü.


Phil Bronstein ya da ‘‘Maço’’. Sharon Stone yıllarca aradığı şeyi sonunda onda bulmuşa benziyor. Bu ondaki ‘‘şövalye ruhu’’ olmasın?

Aşk ve para

‘‘Daha önce hiç görmediğiniz bir insanı görmek gibi bir şey bu. Birbirinize bakıyorsunuz, gözlerle iletişim kuruyorsunuz. Ve bir kaç saniye içinde bir onaylama oluşuyor.’’


Seks Yalanları filminden tanıdığımız yönetmen Steven Soderberg, son çalışması Aşk ve Para'yı (Out of Sight) bu cümlelerle özetliyor.


Elmore Leonard'ın aynı adlı romanından uyarlanan film, hapishaneden kaçan ve oraya dönmeye hiç niyeti olmayan Jack Foley adlı kurnaz bir banka soyguncusuyla, onu yakalamaya kararlı olan Karen Sisco adlı bir kadın polis dedektifinin öyküsünü anlatıyor.


Elmore Leonard'ın önceki romanlarında olduğu gibi sıradışı karakterleri, hararetli diyalogları, önceden kestirilemeyen entrika örgüsü ve beklenmedik anda başgösteren romantizmiyle öne çıkıyor Aşk ve Para. Filmde önemli rolleri George Clooney, Jennifer Lopez, Ving Rhames, Don Cheadle, Dennis Farina, Albert Brooks ve Nancy Allen paylaşıyorlar. Aşk ve Para'nın ağır topu, esmer güzeli Jennifer Lopez kuşkusuz. Oliver Stone'un U Turn (Kaybedenler) filmindeki rolünde başarılı bir performans sergileyen Lopez, bu kez de başdöndürücü. Henüz 28 yaşında olan Meksikalı yıldız, 2000'li yılların starlarından biri olacak gibi görünüyor.



1989 yılnda 19 yaşındaki Jeniffer Lopez adlı bir dansçı kız, hayatının ilk televizyon reklamı seçmelerine girdiğinde yönetmen ona bir soru sordu: ‘‘Tramplenden atalayabilir misin?’’ Çekilecek film olimpiyatları tanıtıcı nitelekte bir çalışmaydı ve Lopez bir an bile duraksamadan ‘‘Evet!’’ dedi. O andan itibaren rol onundu.


Güzel yıldızın önemli bir özelliği vardı; kendisine inanıyordu. Menajeri Eric Gold aracılığıyla ulaştığı Living Color adlı filmin yapımcılarına başvuran binlerce aday arasından seçildi ve o filmdeki bölümler arasında dans eden Fly Girls adlı dans grubunun dansçı kızlarından biri oldu. Menajeri Eric Gold o günlerde Jeniffer Lopez için şu tanımlamayı yapıyordu: ‘‘Jennifer'da sarsılmaz bir özgüven vardı. Ne bir kuşku, ne bir korku...’’


Ve 1998'e kadar geçen süre içerisinde Jeniffer Lopez dans etti, oyunculuk yaptı ve televizyon filmlerindeki dramatik rollere doğru çizdi. Bu filmler arasında en göze çarpanları Money Train ve Anaconda'ydı. Geçtiğimiz yıl ise öldürülen Tejano'lu şarkıcı Selena'nın yaşamını anlatan biyografik film Selena'nın başrolünü oynayarak hem ilk kez 1 milyon dolarlık ücrete ulaştı, hem de Amerika'nın en önde gelen Latin kökenli kadın oyuncularından biri haline gelmeyi başardı. Böyle müzikal bir filmde oynaması sayesinde Sony ile bir kaset anlaşması yaptı.


Şimdilerde ise modacılar, reklamcılar, kozmetik firmaları, film yönetmenleri ve stüdyo sahipleri dahil herkes Jeniffer Lopez'in peşinde. Çünkü bugün 28 yaşında olan Jeniffer Lopez artık kariyerinin altın günlerini yaşıyor.


Ancak her şeye rağmen Lopez kendini yalnızca bir Latin kadın oyuncu olarak pazarlamamaya kesinlikle kararlı. Her türden karakteri oynayabileceğini göstermek istiyor. My Family adlı filmde Meksikalı kahraman bir kadını canlandırdı. Blood and Wine'da Jack Nicholson'la birlikte Kübalı nüfuz sahibi kadını oynadı. Money Train'de Wesley Snipes ile Woody Harrelson'ın arasında kalan bir kadın polis oldu.


Bu arada sinemanın ünlü kadınlarının tahtına da oynayabileceğini kanıtladı. Francis Ford Coppola, başrolünü Robin Williams'ın oynadığı Jack'teki öğretmen rolü için Ashley Judd'un yerine onu seçti. Oliver Stone da U-Turn'ün başrölü için Sharon Stone'un yerine onu tercih etti. Son olarak Aşk ve Para'nın başrolü için Steven Soderbergh kadın polis rolü için Sandra Bullock yerine onunla anlaşma yaptı.


Mesleğiyle ilgili felsefesini ‘‘İnsanlar hep sırtını yaslayacağı birilerinin olması gerektiğini söylerler. Ben buna pek inanmıyorum. Eğer bu dünyada bu işleri yapacaksanız, öncelikle bütün güçlükleri kaldırabilecek bir kişiliğiniz olması gerekir. Yani ya başaracaksınız ya da yok olacaksınız. Bunun alternatifi yok!’’ sözleriyle dile getiren Jeniffer Lopez'in önümüzdeki günlerle ilgili programı da hayli yoğun...


Bugünlerde Sony'den çıkacak olan ilk müzik albümünü bititeribilmek için çalışmalarını artıran güzel oyuncu, bundan sonra Kiss the Girls'ün yönetmeni Gary Fleder'ın yönetmenliğini üstleneceği Thieves adlı yeni filme başlayacak.


Müzik albümü olayı Jeniffer Lopez açısından büyük önem taşıyor. Barbra Streisant, Diana Ross ve Whitney Huoston gibi sinemanın büyük kadın oyuncularının kariyerlerini öncelikle pop starı olarak sağlamlaştırdıklarının altını çiziyor. Ancak sinemada başarılı oldukları halde müzik alanında aynı başarıyı tekrarlayamayan Bruce Willis ve Don Johnson örnekleri verildiğinde ise şunları söylüyor: ‘‘Bu konuda canımı sıkmıyorum. Evet, bir alandan ötekine sıçramak kolay değil ama şunu çok iyi biliyorum ki, eğer ortaya konulan ürün iyiyse ve siz de işinizi iyi yapmışsanız insanlar hak ettiğiniz değeri vereceklerdir.’’



Van Damme Hong Kong'da



JEAN-Claude Van Damme hayranlarını buluşturacak Son Vuruş (Knock Off), sürükleyici bir macera ve gerilim filmi... Filmin diğer oyuncuları Rob Schneider, Lela Rocho ve Paul Sorvino... Son Vuruş'un senaristi 48 Saat, Zor Ölüm ve Zor Ölüm 2'nin de yazarı olan Steven E. de Souza. Son Vuruş ekibinde ayrıca yapımcı Nansun Shi ve uzak doğu filmlerinin dünya çapında ünlü olmasında büyük payı olan Hong Kong'lu yönetmen Tsui Hark bulunuyor.


Hayranlarını dünyanın her yanından sinema izleyicilerinin oluşturduğu Belçikalı oyuncu Jean-Claude Van Damme, yıllardır karizmasını ve fiziksel performansını aynı başarı ve tutarlılıkla sürdürüyor. Bu filme hazırlanırken de Van Damme, Çin yemeklerinden oluşan katı bir rejim ve günde 16 saate varan çekimlere rağmen iki-üç saatlik spor programı uyguladı. Macera filmlerinin süper yıldızı Van Damme, bu rolün diğerlerinden farklı, oynadığı karakterin diğerlerine oranla daha incinebilir bir yapıda olduğunu söylüyor.



Kırılgan Don Juanlar



Erkekler, kadınlar, arzular, kırılganlıklar ve baştan çıkarma... Ama nereye kadar, nasıl ve ne amaçla... Senaryosunu Eric Assous, yönetmenliğini ise Olivier Peray'ın yaptığı Tatlı Kaçamaklar'da başrolleri Bruno Putzulu, Vincent Elbaz, Smadi Wolfman, Sarah Grappin, Beatrice Palme ve Cecile Tanner paylaşıyorlar.


Baştan çıkarmanın ya da baştan çıkarmayı oynamının çatallanan yollarındaki iki erkeğin öyküsünde yönetmen Peray, çağdaş erkeğin kışkırtıcı portresini çiziyor. Tatlı Kaçamaklar bu yönden Don Juan'cılık oyununun erkek kahramanlarının kırılganlıkları üzerine kurulu hayli neşeli bir film. Kendi deyimiyle, sinemaya arka kapıdan giren Oliver Peray, geçen yıl çektiği ve geçtiğimiz şubat ayında Berlin Film Festivali'nde Avrupa'nın genç sinemacılarına verilen Pierrot Ödülü'nü de alan bu ilk uzun metrajlısı için şunları söylüyor: ‘‘Eric Assous, senaryosunda, erkeğin zayıflıklarından ve erkeğin gurur vesilesi yaptığı şeylerden son derece doğru bir biçimde hiç demogoji yapmadan bahsediyor. Arzu üzerine, dahası erkeğin arzuları ve kırılganlıkları üzerine bir film yapmaya çalıştım. Film basma kalıp çözümler getirmeye değil de durum saptaması yapmaya ve istemeyerek de olsa gülerek kafalarda şunu canlandırmaya çalışıyor: Kadın-erkek ilişkisini yeniden biçimlendirmek.’’

Sorunlara çözümler

Yazılarımı okuyan dostlarımdan haklı bir uyarı aldım. ‘Eleştirmek, soru sormak kolay, sorunlara çözüm bul, öneri getir’ dediler. Ben de onlara hak verdim ve önerilerimi sunuyorum efendim. Memlekete hayırlı uğurlu olsun.


* Bundan sonra sessiz harflere sesli, seslilere sessiz densin, zaten herkes öyle biliyor.


* Saçını sarıya boyamayan kadına kadın denmesin.


* Hıncal Uluç her şeyden sorumlu devlet bakanı yapılsın.


* Enflasyon öyle hızlı yükselsin ki, ayakkabının bir tekini bir fiyattan, öbür tekini zamlı fiyattan ödeyip çıkalım dükkandan.


* Elini ateşe sokmuş gibi bağırmayan erkeklere asla kaset yaptırılmasın.


* Ya TV kanalları azaltılsın, ya günler uzatılsın. Sibel Can hepsine yetişemiyor.


* Ya ‘Televole’ler yasaklansın, ya da sesi güzel olmayan futbolcu olamasın.


* Israrla ‘‘Ben sanatımla anılmak istiyorum’’ dedikleri halde, basında sürekli çıplak resimleri çıkan manken, şarkıcı, vs. kızlarımızı, bu resimleri çektirmeye razı eden (!) fotoğrafçılara madalya verilsin.


* Göstere göstere gösterilecek yeri kalmayan hanım kızlarımız, vücudun muhtelif yerlerine silikondan yeni memeler yaptırsınlar.


* Savaş Ay çeribaşılığa getirilsin.


* Erken seçim yapılsın, Tansu Çiller başbakan olsun, sonra Mesut Yılmaz başbakan olsun. Sonra yine erken seçim yapılsın, yine Tansu Çiller başbakan olsun, sonra yine Mesut Yılmaz başbakan olsun. Sonra yine erken seçim olsun. Böyle kıyamete kadar sürsün.


* Deniz Baykal hükümete destek versin, sonra desteğini çeksin. Sonra tekrar versin, tekrar çeksin, bir versin, bir çeksin. Bu da kıyamete kadar sürsün.


* Partiler kapatılmasın ara sıra isimleri değişsin.



Kemal Sunal'a gıcık oluyorum



Beni bilenler bilirler, sesim genel olarak hem ton, hem de volüm olarak kadın normallerinin üstünde seyreder.


Doğduğumda bir ağlamışım, annem bu sefer oğlan oldu demiş. O günden beri annemin hiç olmazsa kulakları erkek çocuk özlemi duymamıştır sanıyorum.


Bu sıradışı ses bana dünyaya gelirken verilmiş bir lütuf, ama ben de ‘Bu bana Allah vergisi’ deyip yan gelip yatmadım. Bunu daha da geliştirmek için hayatımı tehlikeye atma pahasına günde iki paket sigara içerek sesimin kalınlığına kalınlık kattım.


Yalnız, bir problem var. İnsanlarımızda, erkeklerin sesi kalın, kadınlar`ınki ince olur diye bir saplantı oluşmuş. Ne zaman telefona cevap versem ‘‘Pakize Hanım evde mi beyefendi’’ diye bir soruyla karşılaşıyorum. Bu artık benim için sıradan bir olay haline geldi. Neredeyse bunu duymasam acaba sesime bir şey mi oldu diye evhama kapılacağım.


Geçenlerde bir arkadaşımı aradım, sekreter çıktı karşıma ‘‘Alev hanımı bağlar mısın canım’’ dedim. Sekreter ‘‘Ben sizin nerden canınız oluyorum beyefendi’’ dedi. Bu iyi, sesim şahsiyetini korumaya devam ediyor demek ki.


Bu ses kalınlığı irsi olmalı ki, ablamın sesi de benimki gibi. Geçenlerde o da bir arkadaşını aramış, sekreter ‘‘kim görüşecek’’ diye sorunca ablam ‘‘Ayşe’’ diye cevap vermiş. ‘‘Ayşe Hanım'ı alayım efendim’’ demiş sekreter. ‘‘Ablam Ayşe benim’’ deyince karşıdan bir daha ses gelmemiş. Hafif bir şok durumu yaşadı herhalde.


Yalnız annemin bizle ilgili bir endişesi var. Bizi dönme zannetmeleri. ‘‘Kızım boyunuz uzun, yüzünüz gözünüz, saçınız boyalı, bir de sesinizi duyarlarsa bunlar dönme diye arkanıza takılırlar. Sakın Beyoğlu'nda filan yüksek sesle konuşmayın’’ diye tembih ediyor her sokağa çıktığımızda.


Dönme deyince aklıma geldi. Senelerce evvel bir gün rahmetli ‘Adile Naşit aradı. Kemal Sunal bir film çekiyor, sana ihtiyacı var’ dedi. Ben film teklifi geldi, diye tam sevinmeye hazırlanırken, Adile Abla gerçeği açıkladı. Meğer Kemal Sunal dönme şarkıcı rolündeymiş, şarkıları ben söyler miymişim? Kemal Sunal'ın bunu teklif etmeye yüzü tutmamış, Adile Abla'yı araya sokmuş. O gün bu gündür Kemal Sunal'a gıcık oluyorum. Bu arada yeri gelmişken, dönmelere hiç karşı değilim, isteyen istediği gibi dönebilir.


Sesimin kalınlığı yetmezmiş gibi, bir de yüksek sesle konuşma alışkanlığı var bende. Komşuların ayak sesleri bizim kapıda yavaşlar daima. Kavga var zannedip içeriyi dinlerler. Aslında biz o sırada gayet sakin bir sohbetin içindeyizdir.


Hele telefonda ipin ucunu iyice kaçırıyorum. Konuştuğum yerin uzaklığına göre sesimi ayarlıyorum. Mesela İzmir'le konuşuyorum, hani biraz daha gayret etsem telefona gerek kalmayacak, sesim İzmir'den rahat duyulacak. İyi ki Van'da tanıdığım yok. Yanıma vokalist almam gerekecekti herhalde.


Yalnız şunu belirtmem gerekiyor, şarkı söylerken sesim hiç fena değildir. Eskilerin davudi dedikleri cinsten, makbul bir sestir. Öyle olmasak 28 senedir insana şarkı söyletip, üstelik bir de üstüne para vermezlerdi.Ayrıca ablam da sesiyle para kazanıyor. Senelerdir İstanbul operasında kontra alto olarak görev yapıyor. Şahsen ben seslerimizi çok beğeniyorum.Çatal bıçak sesli kadınlara hiç tahammülüm yok. Oh yine taşı gediğine koydum.


Ancak aklıma takılan bir şey var. Evde şarkı söylediğimde kedilerim iki elleri kanda olsa, koşup geliyorlar ve boğazımı tırmalayıp ısırmaya çalışıyorlar. Gerçi ben bunu hayvanların takdir duygularını bu şekilde ifade ettikleri şeklinde yorumluyorum, ama aklıma kötü şeyler gelmiyor da değil.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Cinsel suçlar baharda artıyor

Emniyet Genel Müdürlüğü'nün yaptığı araştırmaya göre fuhuş, zina, kız kaçırma suçları genellikle mart ve mayıs aylarında işleniyor.


Emniyet Genel Müdürlüğü'nce, polis bölgesinde işlenen suçların özelliklerinin bilinmesi ve suç analizinin yapılması amacıyla ''gasp ve yağma, dolandırıcılık, hırsızlık, fuhuş, zina, kız-kadın kaçırma, kumar oynama ve oynatma, sarhoşluk ve icrai rezalet çıkarma suçlarından'' gözaltına alınan kişilere ilişkin bir araştırma yapıldı.

Araştırmada, 1997 yılında polis bölgesinde söz konusu suçlardan gözaltına alınan kişilerle ilgili veriler toplanarak incelendi. Araştırmada, suçların en çok ocak, mart, mayıs, temmuz ve ağustos aylarında işlendiği belirlenirken, söz konusu suçları işleyenlerin büyük çoğunluğunun 3, 4 veya 5 kardeşe sahip olduğu anlaşıldı.

KIZ-KADIN KAÇIRMA SUÇLARI

Kız-kadın kaçırma suçlarının incelenmesinde de ilginç sonuçlara ulaşıldı. Araştırmada, bu suçtan gözaltına alınanların yüzde 4.6'sının kadın, yüzde 95.4'ünün ise erkek olduğu görüldü. Bu suçların da genellikle mart ve mayıs aylarında işlendiği belirlendi.

Suçların işlenme saatlerine bakıldığında ise fuhuş suçlarının genellikle 20.00-04.00, zina suçlarının 22.00-04.00, kız-kadın kaçırma suçlarının 18.00-20.00 ve 22.00-24.00 saatleri arasında işlendiği görüldü.

Gasp ve yağma suçlarının 12.00-14.00 ve 20.00-22.00, dolandırıcılık suçlarının 12.00-18.00, hırsızlık suçlarının 12.00-20.00 ve 24.00-02.00, kumar oynama ve oynatma suçlarının 20.00-04.00, sarhoşluk ve icrai rezalet çıkarma suçlarının ise 22.00-02.00 saatleri arasında yoğunlaştığı görüldü.

ÇOĞUNLUĞU İLKOKUL MEZUNU

Emniyet'in araştırmasına göre, gasp ve yağma suçlarından gözaltına alınan şüphelilerin yüzde 60'ı ilkokul mezunu kişilerden oluştu. Eğitim durumu yükseldikçe suç oranı düştü. Bu suçu işleyenlerin yüzde 27.2'sini sabıkalı kişiler oluştururken, gözaltına alınanların yüzde 53'ü tutuklandı.

Dolandırıcılık suçlarından gözaltına alınan şüphelilerin ise yüzde 37.5'inin gelirinin düşük, diğerlerinin ise gelir düzeyinin iyi olduğubelirlendi. Bu suçtan gözaltına alınanların yüzde 50'sinin ilkokul mezunu oldukları saptandı. Dolandırıcılık suçundan gözaltına alınan kişilerin yüzde 35.4'nün sabıkalı olduğu, yüzde 38.7'sinin de daha önce de aynı suçtan gözaltına alındığı tespit edildi. Bu suçtan gözaltına alınanların yüzde 24'ü tutuklandı. Hırsızlık suçuyla gözaltına alınan şüphelilerin ise yüzde 55.9'unun daha önce aynı nedenle gözaltına alındığı belirlendi.


FUHUŞTAN GÖZALTINA ALINANLARIN YÜZDE 59'U ERKEK


Fuhuş suçlarıyla ilgili verilerde, bu suçtan gözaltına alınanların yüzde 40.3'ünü kadınların, yüzde 59.7'sini erkeklerin oluşturduğu görüldü. Gözaltına alınanların yüzde 36.6'sının gelir durumunun düşük olduğu, yüzde 35.7'sinin ise belirli bir işinin bulunmadığı tespit edildi. Fuhuş suçlarından gözaltına alınanların yüzde 51.3'ünü soğukkanlı kişiler oluştururken, bu suçu işleyenlerin yüzde 50.8'inin daha önce aynı nedenden gözaltına alındığı belirlendi.

Fuhuş suçlarının genellikle mart ve mayıs aylarında işlendiği gözlenirken, bu suçtan gözaltına alınanların yüzde 73'ünün savcılık tarafından serbest bırakıldığı anlaşıldı.

Zina suçlarında gözaltına alınanların ise yüzde 36.7'sini kadınlar, yüzde 63.3'ünü erkekler oluşturdu. Gözaltına alınanların da bu suçları genellikle mart ve mayıs aylarında işledikleri tespit edildi.

12 Aralık 2010 Pazar

Dünyamız için

BEN, sadece çevrenin korunması hakkında yazmak istiyorum. Aynı zamanda sizi, dünyamızı korumak için güzel bir kampanyaya davet ediyorum. Bu çok kolay ve bütün hayatımız boyunca sürebilir. Herkes katılabilir ve en küçük katkı bile çok etkili olabilir. Eğer, daha güzel ve daha temiz bir dünya ile sağlıklı bir havaya sahip olabilirsek, nasıl hissederdik kendimizi?


İlk olarak, bu dünyada yaşam üç temel üzerine dayanmaktadır. Bunlar su, hava ve topraktır. Üçü de o kadar değerlidir ki, eğer biri fazla kullanılırsa veya kirlenirse, eko-sistemimizin dengesi bozulur. O duruma gelindiğinde de, bütün insanoğlu için tehlike var demektir. Su, hava ve toprak, hepimizin malıdır.


TÜKETİMİ AZALTMAK


Bildiğiniz gibi, bütün sebze ve meyveler, toprak üzerinde yetişiyor. Et, yumurta, peynir, bal ve yoğurt ise hayvanlardan sağlanıyor. Hayvanlar da bitkilerden besleniyor. Toprağa hayat veren akarsuları, bitkiler besliyor ve biz de onlardan besleniyoruz. Bu nedenle, su, temiz olmalı. Maalesef su kirli, bazen de zehirli ve sonuçta tabii ki toprak da aynı durumda.


Görülüyor ki bir çember gibi bütün bunlar birbirini tamamlıyor ve biz bu çemberin bir parçasıyız. Toprak ve su zehirlenince, biz de hastalanabiliriz. Çünkü toprakta, bizim besinlerimiz yetişiyor. Denizler de aynı şekilde, sanki cezalandırılmış. Her çeşit atık denize atılıyor.


İhtiyaçlarımızın hemen hemen hepsi, fabrikalarda imal ediliyor. Bundan kaçış yok. Bunlar hayatın gerçekleri ve durdurmak imkansız. Fabrikaların çalışmasıyla, zehirli atıklar, havaya bırakılıyor.


PLASTİK SORUNU


Bunu azaltmak için ne yapabiliriz? Tüketimi azaltmaya çalışacağız. Daha doğrusu, doğru tüketmeye yöneleceğiz. ‘‘Tekrar dönüş’’ ve ‘‘Tekrar kullanım’’, gerçek anlamda ‘‘her şeyi sonuna kadar kullanmak’’ demek bunlar. Gerekli olmayan eşyayı almamak çok büyük katkıdır.


Sırada olan konu su. Su hayatın sıvısıdır. Vücudumuzun yüzde 70'i suyla kaplıdır. Yıkamak, pişirmek, içmek ve bitki yetiştirmek için suya ihtiyaç vardır. Susuz hiçbir yaşam mümkün değildir. Görevimiz, su tasarufu yapmaktır. Musluğu açtığımız zaman, bize yetecek akışı sağlamalıyız, kaptığımızda da damlamamasına dikkat etmeliyiz. Kağıt tasarrufu ile de, ağaçların kesilmesi azalacak. Bu da erozyon sorununu çözmeye yardımcı olacak. Erozyon, verimli, yumuşak toprakları kumlu çöle dönüştürür. Bunu önlemek için, boş sayfaları karalama veya çalışma kağıdı olarak kullanalım.


Her çeşit kağıdı kullandıktan sonra, toplayıp, çöp bidonlarının yanına bırakalım. Aynı şekilde cam, metal ve plastik toplayalım.

Striptizle ev araba sahibi olmuş

Aralarında lise öğrencisi, banka kasiyeri, hastane hemşireleri var. Okul önlüğü, beyaz doktor gömleği, rahibe kıyafetiyle geliyorlar önümüze. Kenarda pist üzerinde eski bir gramofon. Kızlar düğmeye bastığında hep aynı müzik tekrarlanıyor. Önlükler, üniformalar fora ediliyor. İlkin incesi dolgunuyla süt beyazı bacaklar, ardından göbekler ortaya çıkıyor. İç bayıltıcı müzik hızlanırken şeffaf sutyenler çekilip atılıyor. Sona doğru kanaviçe işlemeli külota geliyor sıra. İki elin işaret parmağıyla aşağı çekilip ayak bileklerine düşünce ışıklar bir anda sönüyor. Şov bitiyor.

Londra'nın Soho'sunda derme çatma, uyduruk bir striptiz kulübü burası. Sırtımı verdiğim bar ile sahne arasında yanyana sıralanmış iskemleleri genci yaşlısıyla erkekler kapatmış. Koyu renk takım elbisesi içinde kafasındaki Bowler şapkasını çıkarmamış olanlar İngiliz bankerleri.

Bir süre sonra omuz başımda bir adam beliriyor. Orta yaşlı, lacivert ceket pantolonlu, saygın görünümlü biri. O da sırtını bara yaslıyor. Birden hoparlörden anons yapılıyor. Söylenenleri anlamıyorum. Yanımdaki adam fısıldıyor: ‘‘Şimdi Atom Rita çıkacak. Soho'nun gülü’’ diyor. Ardından gelinlik içinde bir kadın beliriyor yanıp sönen spot ışıkları altında. İlahe gibi bir kadın. ‘‘La Dolce Vita’’daki Anita Ekberg'in sanki ikizi. Atom Rita da gramofondaki müziği yeniden başlatıp açılıyor. Dirseğine erişen siyah eldivenleri çekip atıyor, ardından gelinliğin tülleri, sonra sutyen... Plağın sonuna geliyoruz. Rita yüzündeki tülü çekiyor. Sıra Afrodit heykelini andıran vücudunda son parçaya geliyor. Külot piste düşüyor. Işıklar bir kez daha sönüyor. Yüzüme ter basıyor.

Lacivert elbiseli adam diğer izleyiciler gibi alkışa katılıyor: ‘‘Nefis bir şov değil mi?’’ Başımla evet diyorum. ‘‘Tanışmak ister misin?’’ Gene evet. Bu arada bir Türk gazetecisi olduğumu söylüyorum. Sahne arkasında kontrplak bir kapı, üstünde bir yıldız. Adam kapıyı tıklamadan açıyor. Minik bir odaya giriyoruz. Rita'nın üstünde beyaz bornoz, önü açık. Giyinmediği belli. ‘‘Sevgilim seni bir Türk'le tanıştıracağım.’’ diyor. Rita gülümsüyor: ‘‘Memnun oldum.’’

Yarım saat konuşuyoruz. Rita bornozun önünü kapatmayı dahi düşünmüyor. Anadan üryan karşımda. İster istemez gözüm orasına burasına takılıyor. Adam striptizcinin kocası. İçişleri Bakanlığı'nda üst dereceli memur. Tesadüfen gittikleri bir Soho kulübünde sahibinin teklifini kabul ederek striptize başlamış. ‘‘Dört yıldır yapıyorum bu işi. Akşamları üç saat dört kulüpte gösteriye çıkıyorum. Memur maaşıyla ancak geçiniyorduk. Ama şimdi kazancımla iki ev, iki araba sahibi olduk. Bankada birikmiş paramız var. Bir kaç yıl daha çalışıp bırakacağım.’’ Karı-koca çok rahat konuşuyorlar. Erkeğe soruyorum: ‘‘Kıskanmıyor musun? Herkes şehvet duyarak izliyor Rita'nın şovunu.’’ ‘‘Hayır, karımı arzulamalarından mutluluk duyuyorum. Zaten karım istediği için striptiz yapıyor. Geceleri de sadece benim yatağıma giriyor.’’ Rita ‘‘Çıplak bedenimi beğenmeleri bana zevk veriyor’’ diye ekliyor.

Sohbetimiz bittiğinde veda ediyorum. Rita bornozun önü hálá açık beni kucaklıyor. ‘‘Pazarları çalışmıyorum, bize bir içkiye gel.’’

Bana çok ters gelen bir olay bu. Kadınların erkeklerde şehvet arzularını kamçılayan çıplak gösterilerine alışamadım bir türlü. Kadın-erkek eşitliği`ni savunan feministlerin mahrem yerlerini teşhir eden, para için bedenlerini satan, hatta güzellik yarışmaları gibi daha masum görünen etkinliklere katılan hemcinslerini engellemeleri gerektiğini düşünüyorum.

Kadın eti pazarlaması Amerika'da hayli yaygın. Çıplak şovlar, TV'lerde seks filmleri, şehir, eyalet, dünya, kainat başlıklı güzellik yarışmaları da hayli ilgi topluyor. ABC TV'nin çok izlenen ‘Bekar’ adlı programında yüksek tahsilli, yakışıklı bir erkek kendisiyle evlenmek için başvuran yüz bini aşkın genç kızdan birini ekranlarda aylarca süren elemelerden sonra eş olarak seçti. 18 milyon kişiyi ekran başına getiren şovu biz de izledik. 25 finalistin katıldığı bir kara mizah örneğiydi bu seçim. Aile kurmak her kızın doğal hakkı ama vücut teşhiri ile para kazanmak gibi koca bulma yolunda böylesine gönüllü kurbanlığın da onurlu bir yaklaşım olmadığı muhakkak.

Şıklık geri döndü

Armani, siyahı hep sevdi. Ama siyahın nasıl sevildiğini gösteren Gucci'nin harika adamı Tom Ford oldu. Tom Ford. Hani Gucci'yi dinozor modaevi olmaktan çıkarıp yeniden hayata döndüren tasarımcı. Hayata döndüren ve bir akımın yıllar süren öncüsü...


Erkek modasında Gucci tarzı bütün dünyayı sardı. Neydi bu tarz? Ceket, gömlek, pantolon ve kravatlarda koyu renk. Siyah, füme, lacivert ya da karanlık tonlarda renklerin hep birarada kullanıldığı bir stil.


Yalnızca kumaşların dokusundan yaratılan farklılıkta tek renk ya da aynı rengin yakın, ama hep koyu tonlarının kullanılması. Koyu tonlarda parlakla matın buluşması.


Yeni Trendler


Evet. Tom Ford'dan beri erkeklerin giysilerinde koyu tonlar dansediyor. İmajdaki püf noktası ise, kumaş dokularının farklılığından kaynaklanarak ışık oyunlarıyla çarpıcılık yaratmak. Erkek giyiminde parlak kumaşlara sıkça rastlamamız bu yüzden.


Yeni sezonun trendlerine gelice, ‘‘koyu, koyu üstüne’’den başka, bir de ceket ile balıkçı yaka kazak ve sweatshirt birlikteliği dikkat çekiyor.


Bir de deri... Yeni sezonda mutlaka deri. Olmazsa olmaz bir giyim kuşam unsuru...


Kargo pantolonlar kolay kolay eskimeyecek gibi görünüyor.


Bir de erkeklerde aksesuvar zenginliğine tanık olacağız. Özellikle çapraz askılı çantalarla...


Ve Bizden İki Örnek


Vakko erkeği, pilesiz pantolonlar, deri ceketler, balıkçı yakalı kazaklar, üç düğmeli ceketler ve tek düğmeli trikolarla karşılıyor yeni sezonu. Gri ve tonları, koyuların dansı, kısacası en gözde trendlerle..


Damat ve Tween erkeği de son trendlerle giriyor yeni binyıla. Derilerle kumaşların flörtünü, kazak-ceket birlikteliğini ve koyu tonlarla ışık oyunlarının şıklığını görüyoruz.


Siyah güzeldir


Son günlerde siyahın şeytana mal edilmesi beni çok üzdü. Kendimi bildimbileli siyah giyinirim. Ve anladığım kadarıyla insanların siyah ya da ‘‘siyahlar içindeki’’lere tepkisi kişisel olmaktan uzak, yalnızca medya ve magazin papağanlığından başka bir şey değil. Siyahı önce Neslihan Yargıcı ile özdeşleştirdik ya, sokakta yürürken ‘‘AAA Neslihan...’’ diye sözler işitirken, şimdilerde ‘‘Sataniste bak!’’ sözleriyle karşılaşıyorum. Bu arada Matrix kaynadı gitti. Şu psikopat cinayeti işlenmeseydi, eminim siyahlar içindekilere ‘‘AAA Matrix’’ diye laf atılacaktı...


Siyah yalnızca karanlığın kötülüğün rengi değil. Kimi kültürlerde mesihyanik bir renk. Matrix filminde Keanu Reeves'in simsiyah görünmesi boşuna değil. Siyah genelde gizem rengidir. Herşeyle bağdaştırılabilir, ama basitlikle asla. Siyah, sofistike olanın arayışında, başkaldırıda, farklılığı vurgulamada sembolleşmiş bir renktir.


Giyim kuşamda siyahın bir de ince göstermek gibi bir avantajı da var.


2000 yılında siyaha gelince, özelikle erkek giyiminde öne çıktığı görülüyor. Calvin Klein'in sonbahar kış gösterisi hálá konuşuluyor. Siyahları deri ve kumaşla birleştirerek yalınlığın görkemini simsiyah resmetti.



İsteyene uçuk kaçık



Her sezon podyumlarda yalnızca kadın giyim kuşamında değil, erkek modasında da çılgınca gelebilecek tasarımlara yer veriliyor. Modacılar erkek dünyasına da uçuk kaçık mayası çalıyorlar. Tutar mı tutmaz mı, bilinmez tabii. Ama bilinen birşey varsa, erkek modasında göze çarpan sıradışıLıklar hep sinema filmi ve müzik kliplerinden geliyor. Moda gösterileri artık moda dünyasının temel olayı olmaktan çıktı günümüzde.


Ünlü Amerikan moda yazarları da bu konuya dikkat çekiyor. Onlar artık moda show'larının ‘‘birilerince’’ çalındığı görüşünde. Kimler tarafından mı? Buna yanıt vermek çok klay. Artık modanın öncü işaretlerine podyum dışında heryerden alıyoruz. Bazen bir reklam fotoğrafı, billboardlar, sokak, klipler, sinema filmleri hatta konser sahneleri. Ünlü Amerikalı modacı Tommy Hilfiger, bu işi en önce keşfedenlerden olsa gerek. Çünkü gençlerin sevgilisi Jewel'ın konser turnesinin sponsorluğunu yapıyor. Yani birileri haberi sahneden alacak...

10 Aralık 2010 Cuma

Bayan Yanı Koltuk

Otobüslerin trafik kazası korkusu, çifte rezervasyon, trafikte sıkışma, kışın yolda mahsur kalma, yetersiz ısıtma yüzünden donma, yazın pişme, geceleri yanınızdakinin horlaması, kafasının ikide bir de omuzunuza düşmesi, daha kötüsü ‘‘yolculuk nire hemşerim’’le başlayan bir soru bombardımının başlaması gibi mecburi eziyetleri var.


Her Türk damarlarında mevcut olan kudretle, biraz da zaten kelle koltukta olduğundan bunlara katlanıyor. Eziyetler otobüs yolculuğu töreninin bir parçası oluveriyor.


Ancak bayan yanı uygulaması otobüs yolcularını ciddi olarak aşağılabiliyor, hatta geciktiriyor. Eğer bir kadın tek kişilik bir bilet almak istiyorsa bilet görevlisinden şu soru gelir: ‘‘Bayan yanı di mi?’’ Veya bir erkek tek bir bilet istiyor. Görevli erkeğe bakar ve ‘‘bayan yanı mı?’’ diye sorar. Seyahat özgürlüğü olan bir ülkede otobüste oturacağınız yer cinsiyetinize göre bir başkası tarafından belirlenir.


Bilet alırken satarken bu uygulama çoğumuza batmaz. Ama Leman dergisinde bir okuyucunun anlattığı türden bir olayla karşılaşırsanız, aşağılandığınızı kolayca hissedebilirsiniz. ‘‘Otobüse bindim. Bir süre sonra yan koltuğa bir kadın oturdu. Otobüs görevlileri hemen durumu düzeltmek üzere işe koyuldular. Yanımdaki kadına oturabileceği bir bayan yanı aranıyordu. Kalkış saati geçmesine ve kadın 'önemli değil ben burda giderim' demesine karşın, bir yer bulununcaya kadar arayışlar devam etti. Yani bana potansiyel tecavüzcü muamelesi yapıldı.’’ Biraz abartılı mı buldunuz? Daha kötüsü bizim başımıza geldi. En fazla 3-3,5 saat sürecek İzmir-Nazilli yoluna çıkmadan önce, yanımızda oturan yaşlı teyzeye büyük bir tantanayla bir bayan yanı bulundu. 17 yaşındaki gence yapılan potansiyel tecavüzcü değil, sapık muamelesiydi.


Uygulamanın mağdurları sadece erkekler değil üstelik. Bir hafta sonu bir iş sorunu nedeniyle Marmaris'ten İstanbul'e dönmeye çalışan bir kadın, tüm otobüs firmalarını dolaştı. Metro Turizm'de pazar akşamı için sadece tek bir yer bulabildi. Ama biletini alamadı. Çünkü Pazartesi günü İstanbul'a ulaşmasını sağlayacak koltuğun komşusu bir erkekti. Kadının tüm ısrarlarına karşın bilet ona satılmadı ve İstanbul'a bir gün gecikmeyle varabildi. Kadın istemesine rağmen parasıyla bir bilet alamıyor. Israrlı olduğu için de üstü kapalı olarak ‘‘sen kimbilir neler karıştırırsın bir erkeğin yanında’’ deniyor. Bir başka deyişle kadınlar özgür tercihlerine karşın sıf kadın oldukları için gideceklere yere bir-iki gün gecikmeyle gidiyor.


GEÇ KALAN BAYAN


Metro Turizm ‘‘kimse yanında oturacak erkeğin kültür seviyesini bilemez’’ diyor. Metro Turizm gibi bir çok firma bayan yanı konusunda aynı hassasiyete sahip. Tek boş yer bir erkeğin yanı olsa ve kadın ‘‘olsun ben giderim’’ dese bile gönderilmiyor. Aynı şekilde otobüsteki kadınların sayısı tekse, bir kadın yanındaki koltuk boş olarak seyahat ediyor.


Otobüs firmaları kuruluş tarihleri kadar eski olan bu uygulamaya gerekçe olarak örf ve adetleri gösteriyor. Özellikle gece yolculuklarında kimsenin karısının kızının bir erkekle seyahat etmesini istemeyeceğini söylüyor.


‘‘Benim için farketmez’’ diyen kadınlara sadece Ulusoy ve Varan firmaları saygı gösteriyor. Her iki firma da bazı kadın müşterilerin ‘‘derli toplu oturuyorlar’’ diye bay yanı terih ettiklerini söylüyor. Gerçekten, seyahat eden kadınlar`ın en büyük korkusu 1,5 koltuğu kaplayan aşırı kilolu bir kadının yanına düşmek. Bazıları da sohbeti veya monoloğu uzattıkça uzatan kadınlardan yakınıyor. Bayan yanı bazen bayıyor yani. Ancak bir kadın yanına erkek yolcu oturtmak istemezse bu isteği kabul ediliyor. Gerekirse bir koltuk boş kalıyor.


Ulusoy Genel Müdürü Mustafa Yıldırım zaman zaman boş koltuğun bile tatsızlıklara yol açtığını söylüyor. Yakın bir geçmişte uyuyan bir kadın yolcu yanındaki boş koltuğa oturan ve bir bankada üst düzey yönetici olan bir erkeğin tacizine maruz kalmış. Görevliler hemen olaya müdahale etmiş. Kadın erkekten davacı olmuş. Bu da işin ‘‘Türkiye gerçeği’’ tarafı.


İşin ‘‘değişen Türkiye’’ tarafını da Varan'ın halkla ilişkiler müdürü Özgül Türk anlatıyor: ‘‘Dikkat ediyoruz, her geçen gün bu düşünce biraz değişiyor. Hatta özellikle bay yanında seyahat etmek isteyen bayan yolcularımız hızla çoğalıyor. Eskilerden kalma bu alışkanlık yavaş yavaş kayboluyor.’’