4 Aralık 2010 Cumartesi

Velinin ineği benden değerliydi

Osman Koçak, 30 yıllık meslek hayatından sonra 1992'de emekli olmuş bir eğitimci. 1944 Afyon doğumlu. Eskişehir Yunus Emre Öğretmen Okulu ve Bursa Eğitim Enstitüsü mezunu. Konya, Afyon, Eskişehir gibi illerin ortaokul ve liselerinde öğretmen ve müdürlük yapmış. Şimdi Eskişehir Temel Eğitim Dersahanesi Türkçe öğretmeni. 30 yıl boyunca idealist bir şekilde mesleğini icra etmeye çalışan Koçak, bu arada üç oğlunu da okutmayı başarmış: Biri doktor, biri avukat, üçüncüsü ise tıp öğrencisi...


Henüz yayınlanmamış öyküleri, romanları olan, bir de şiir kitabı yayımlanan Koçak, geçtiğimiz günlerde gazetemize bir arkadaşına hitaben yazılmış ‘‘uzun bir mektup’’ ulaştırdı. Meslek hayatını bir film senaryosu gibi kağıtlara döken; biraz hazin, biraz isyankâr ama gerçekleri yalın bir üslupla ortaya koyan bir mektuptu bu. Neden bu mektubu yazma ihtiyacını duyduğunu sorduk ona: ‘‘Eğitim camiasında çok şey yaşanıyor. Bunlardan herkesin doğru dürüst haberi yok. Yanlış kişiler yanlış yerlere getiriliyor, devlet yetkilileri eğitimi ciddiye almıyor. Bir de öğretmeni toplumun gözünden düşüren şey, yeterli maaş alamaması... Ben başladığımda en değerli meslek olan öğretmenlik, emekli olurken tam tersi bir duruma gelmişti. Siyasilerin elinde oyuncak olduk, basit kişiler öğretmenleri oradan oraya oynatabildiler. Bu problemleri ortaya koymak istedim’’ dedi.


Ama asıl cevabı, arkadaşına göndermediği mektuptaki şu cümlelerde: ‘‘Bir ara psikoloğa gitmiştim. Çözemediğim sorunlar içinde bunalıyordum. Bana önerisi ‘Yaşadığın olayları, duygularını yazıya dök. Konuları iletmen gereken makam ya da kişilere iletirmişçesine tüm düşündüklerini yaz. Dahası, küfür etmen gerekiyorsa, onları da yaz. Ancak daha sonra hepsini yırt ya da yak' oldu. Problemlerin başka çözüm yolu yoktu çünkü. Bu mektuplarla aynı işlemi, bir değişik türde yapar gibiyim. Her şeyi yazıyorum. Ne var ki, yırtılıp yakılmak için değil, sonsuza dek saklanmak için. Gün olur kavuşursak sana armağan için. Belki de tüm meslektaşlarımıza, tüm topluma armağan için. Üstelik yazdıklarımın çözüm şansı da yok değil.’’


Bugün 24 Kasım, Öğretmenler Günü. Biz de Koçak’ın mektubunu, biraz özetleyerek ama hiç araya girmeden yayınlıyoruz.



Burası benim okulum mu?


Emekli olduktan iki yıl sonra, eski okulumuzdaki müdür yardımcısı olan bir arkadaşa uğramak istedim. Birlikte çalıştığımız eski okul müdürü emekli olmuştu. Yerine gelen genç bir meslektaşımızdı. Benim ziyaret etmek istediğim müdür yardımcısı arkadaşın makam odası ikinci katta. Müdür odası hemen girişte ve nöbetçi öğrenciler de yan tarafta bir masada görev yaparlar.


Eski okuluma giderken en yeni elbiselerimi giydim. Berbere gidip saç sakal traşı oldum. Ayakkabılarımı boyattım. Ağır adımlarla yarı özlem, yarı heyecan dış kapıdan girdim. Tam karşıda, müdür odasının kapısında, gövdesi yarı içerde yarı dışarda uzun boylu birisi duruyor. Anlaşılıyor ki yeni müdür bu. Rastgele bir vatandaş bile kılık kıyafetimden öğretmen olduğumu okur. Ama o hiç oralı değil. Bana doğru bakmıyor bile.


Müdürün kendisi bizzat sahnede olduğu için nöbetçi öğrenciler beni sorguya çekmiyor. Yürüyorum. Müdürün önünde ve karşı karşıyayım. Ama o beni görmek istemiyor. Biraz içim daralarak önünden geçiyorum. Sekiz on basamak çıkıyorum ki müdürün yangın ihbarına benzer bağırtısı kulaklarımda çınlıyor: ‘‘Kimdir bu yukarı çıkan adam!’’


Hiç duymamış gibi çıkmaya devam ettim. Odaya girdim. Aradığım arkadaş yoktu. Soluk soluğa nöbetçi öğrencilerden birisi peşimden odaya girdi. Zavallı yavrucak müdürden yediği zılgıt sonucu korkudan tir tir titreyerek: ‘‘Müdür bey, kim olduğunuzu soruyor’’ dedi. ‘‘Bu okulun emekli öğretmeni olduğumu söyleyin’’ dedim. Odaya oturdum, kapısını da açtım. Müdürün sesi yankılanmaya devam ediyordu: ‘‘Emekli memekli, kim olursa olsun! Hemen adını soyadını alacaksınız!’’ Öğrencileri zor durumdan kurtarmam gerekiyordu. Odadan çıkıp müdürün gözünün içine baka baka merdivenleri inmeye başladım. Rambolar gibi göz göze dövüşüyorduk. Ben yaklaştıkça tedirgin olmaya başladı ve biraz sonra da çekilip odasına girdi.



İyi günler can kardeşim,Sana ‘‘Kan Kardeşim’’ diye seslenmem, daha doğru olurdu aslında. Biz ‘‘kan kardeşi’’ olmuştuk. Yılların sislerini aralarsan öğretmen okulu son sınıf tarım dersinde, aşı örneklemesi yapıyorduk. Ben parmağımı kesmiştim kazara... Ömer Seyfettin'in bir öyküsünden esinlenerek, parmağına bıçağı bastırıp ‘‘Kan kardeşi’’ olmak için ısrar edişini ve sınıfın alkışları arasındaki kan kardeşliğimizi anımsayacaksın.


Oysa bu üçüncü mektubum... Yanıt yok! Telefona çıkmıyorsun.


Bursa'da bir dershane açtığını, bizim Çilli Hüseyin'den öğrendim. Adresini o verdi. Bize üçlü sacayağı derlerdi ya, o üçüncü ayak Hüseyin'le, Adana'da birlikte çalıştık iki yıl. Hani şu sağ sol ayrımı ve terörün başını alıp gittiği yıllardı. Düşünebiliyor musun! Sacayağının iki ayağı Hüseyin ve ben, ayrı renklerin insanları idik ve birbirimize selam dahi veremiyorduk çevrenin korkusundan. Sonra, Hüseyin'i sürdüler o da istifa etti. Kayınpederi, beyaz eşya mağazası açtı kendisine. Eskişehir'e döndü ve şimdi de köşeyi dönmüş. Adana'da selamlaşamıyorduk, Eskişehir'de bol bol konuşuyoruz. Emekli olduğumu duyunca şaşırdı. ‘‘Sen, sınıf kürsüsünde ölmesi gereken adamdın’’ dedi. Dalga mı geçti, övdü mü, pek anlayamadım.


Emekliliğin ekonomisinden söz ettim. Bana Singapur'da gökyüzüne ağ gererek kelebek müzesi yapan, İspanya'da volkanik taş, değişik oluşumlu taşlardan sergi düzenleyen emekli öğretmenlerden söz etti. Ayrıca Japonya'da kişinin benliğini kanıtlaması için sırtını devlete dayamak yerine, kendi işini kendisinin kurması kuralının geçerli olduğunu aktardı.


Almam gereken dersi aldım elbette! Bir daha emekli ekonomisinden söz etmiyoruz.



AHIRDA BAĞLI ÖĞRETMENLER!


Emekli olunca, bir süre özel kurs verdim. Durum gayet iyi gidiyordu. Gel gör ki, pahalılık arttıkça bizim meslektaşların hepsi özel kursçu kesildi. Becereni de beceremeyeni de, bileni de bilmeyeni de özel kurs veriyor. Hem de kime! Herkes kendi öğrencisine. Olacak şey değil! Kimse öğrencisini kaçırmıyor. Kanun yönetmelik yasak tanımıyor. Böylece bizim piyasa el değiştirdi. Ayrıca emeklilik yaşı yükseltilecek endişesi, emekli öğretmen enflasyonu doğurdu. Bu nedenle buradaki dershanelerde yer yok. Sen ki benim kan kardeşimsin ve telefona çıkmıyorsun. Çıkıp geleceğim ancak ya seni bulamazsam. Ya da bulur da eski Mehmet'i bulamazsam...


Can kardeşim; söz etmeyecektim ama sırası geldi artık. O ‘‘sürgün’’ denen gri rengi, ben de yaşadım. Gittiğim ilçede bana karşı insanlar öyle değişik davrandı ki şaşmamak mümkün değil. Benim için ‘‘iyi insan olsaydı, sürgün olmazdı’’ demişler. Oysa ‘‘Siyasetçilerin ayak uçları insan olsaydı öğretmeni sürgün etmezlerdi’’ demeleri gerekirdi değil mi! Bununla da kalmadılar hiç kimse amaç hiç kimse evimize ‘‘Hoşgeldiniz’’e gelmedi. Yalnızca ama yalnızca bir göçmen ailesi hariç...


Niyedir bilmem, bu dağ ilçemizde, ortaokuldan sonra okumaya devam eden öğrenci sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Garip değil mi! Yanıtını bir veli toplantısında aldım. Sözüm ona, aklım sıra, sınıfımın velilerine, çocuklarını okutmaları konusunda ikna konuşması yapıyordum. Bir veli ‘‘Hocam okuyup öğretmen olsunlar diyorsanız, affedersiniz ama benim ahırda dört tane öğretmen bağlı’’ deyiverdi. Neye uğramıştım, başımdan dökülen kaynar sular, kaç dereceydi tahmin et! Veli, arkasını getirdi lafının. Ahırdaki ineklerin her birinden her ay, bir öğretmen maaşından daha fazla para alıyormuş, iyi mi! İşte ölçü, işte terazi...


Rahmetli dedem ve babam da ‘‘Para el kiridir oğlum, mühim olan insan olmaktır’’ derlerdi. Doğruydu. Şimdi parası olmayanın adam sayılmadığı bu toplumda, çocuğumuza hangi doğruyu öğretmem gerektiğini hep sormuşumdur. Onun için olmalı ki para benden hep kaçtı!


Sen benim ekonomik konuda başkaldırışıma kulak asma. İnsanları en çabuk teslim alan şey ‘‘para’’ ya da ‘‘parasızlık’’tır. İnşallah bu mektubu alırsın. Belki de şehir dışında değilsindir ve telefona çıkarsın...



Lise müdürü havlu satarken...


Ben, gri renkli sürgün sonrası, hükümet değişikliğinde ödül olarak, çok güzel bir ilçemize lise müdürü atandım. Müdürlüğüm kısa sürdü Öyle ekonomik bir sıkıntıya girmiştim ki, çocuklarım okuyor ve maaş bordrom, tek maaşlı bir memur olarak asla yeterli olamıyordu. Komşu ilçeye cumartesi günleri pazar kurulmaktaydı. Her şeyi göze alıp cumartesi günleri, komşu ilçenin pazarında seyyar havlu satıcılığına başladım. Lise müdürü idim ve seyyar satıcılık yapıyordum. Oldukça ağır bir durumdu. Ne var ki üniversitede okuyan iki çocuğum vardı ve hayat acımasızdı... İş, bir yıla yakın iyi gitti. Ta ki, okulumdan bir kız öğrencim, anne-babasıyla komşu ilçe pazarında beni görene kadar... O kadar şaşırdı, gözlerinde alayla şaşkınlık öyle ışıldadı ki, beni anne-babasına büyük bir telaşla gösterirken yaşadığı duygularını kestirmek zordu. Ertesi gün valiliğe istifamı verdim ve başka ilçeye öğretmen olarak naklimi istedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder