Aileyi gündelik hayatın parçalı bulutlu hoşnutsuzluklarından sonra sığınılan bir kovuk diye düşünmek isterim.
Her ailenin bir dili, bir muhabbet etme biçimi vardır, olmalıdır. O küçük kovukta, fırtınalar bile yeniden kenetlenmeyi sağlayan bir motor işlevi görürler. Bu bir ütopya da değildir üstelik, pratikleri var, şahidim.
Ama 'idam mangası' gibi çalışan geniş ailelere baktıkça kendimi korku filmine ortasından girmiş 'saf' seyirci gibi hissediyorum; ayağınıza basabilirim, üzerinize nescafe dökebilirim şimdi, affınıza mahsuben. Çünkü biliyorsunuz, Bitlisli Gül Dünya Tören, önce tecavüze uğradı, kuma verildi, ortada kaldı, kaçtı, ama lanetli halkadan kurtulamadı. Kardeşleri tarafından bir değil, iki kere öldürüldü. Önce 'başardık' sanıp kaçtılar, yaşadığını öğrenince hastanede bastılar suçluyu, suçüstü: Hayatta kalmaya çalışırken, ne ayıp! Bu kez sıkı çalışmaları lazımdı, başına dayadılar tabancayı, sıktılar kurşunu, bitti Gül'ün işi; beyin ölümü tamam. Olaya dikkatinizi çekmek isterim: Törelerde bile bir anlaşma zemini bir opsiyon kapısı bulunur ve oradan dönüş olmaz. 'Ya ölürsün ya kuma gidersin', acımasız da olsa töreye uygun bir pazarlık şekli; ama gelinliği giydirip öyle böyle kumalığa razı olmuş bir kadını, artık taa baştaki 'namus meselesi'nden dolayı öldürmek töre filan değil, bizzat döneklik, handiyse 'itlik'. Mahkemeyi değil, 'belediyenin itlaf ekibi'ni hak ediyorlar dememek için kendimi zor tutuyorum.
"İşte bu törelerine körü körüne bağlı olan kırsal kesimdeki ailelerin şeyleri.." diyebilirsiniz. Ama işin 'beyin ölümü' kısmının bana hatırlattığı başka aileler de var. Kentlerde, metropollerde yaşayan güleryüzlü idam mangaları; dışardan modern Türk ailesi olarak telakki edilebilecek 'çekirdek' ailelerin yavaş yavaş öldürdüğü kadınlar.
Tüm meselesi zilin üzerine kimin adı altta kimin adı üstte evciliği oynamak olan 'mutlu' kadınları çıkarın, geride kalanlara bakın. Değil zilde, irapta mahalli olmayan büyük bir kadın güruhu ile karşılaşırsınız. Tam gaz hayatı çekip çevirmekle meşgullerdir. Hastalanıp yatağa düştüğünde bir an önce iyileşip ayağa kalksın da evin düzeni yerine gelsin diye kadını sıkıştıran ve ona 'hastalığını' bile doğru dürüst yaşatmayan ailelerden bahsediyorum. 'Aile' diyorum, erkek değil. Doğru, bu evlerin reisleri telefonları ellerine alıp bir lokantadan yemek sipariş etmeyi beceremezler, ama acziyeti kıyıcı bir forma taşırken -yine- yalnız değillerdir; ikinci üçüncü şahıslar evin genç oğulları ve 'okuyan' genç kızlar da bu örgütün içindedir. Anne-kadın'ın 'aman okusun' diye pamuklara sardığı; Afrika menekşeleri, ve gündüz güzelleri arasında çiçek gibi büyüttüğü, eline soğan değmemiş, hatta 'ne kadar az bilirse, o kadar az sömürülür' diye ev işleri konusunda bile isteye cahil bırakılmış 'kız çocuklarının' da bu zulmün aktif tarafında olması hazindir. (E, anne yetti artık, hadi iyileş!)
Burada meselenin sadece 'ataerkil' yapıyla, pederşahi ailenin otoriter tarafıyla ilintili olmadığı ortada. Kentli ya da yeni kentli aile, rol dağıtımının keskinliği bakımından geleneksel aileyi çağrıştırır; fakat benmerkezciliği, hodbinliği ve 'istikbali' için gerekli bileti alıp 'yırtmış' genç fertlerinin duyarsız özgürlük anlayışları bakımından epeyce 'modern'dir aynı zamanda. Artık aile meclisinin infaz kararı zımnidir, biraz daha hafif, zamana yayılmış ve sistemli. Anne kadının 'beyin ölümü' gerçekleştiğinde 'aile' epey eğlenir, bir 'Telviye teyze' esprisi alır yürür.Ve olaylar gelişir.
"Ama bu bir korku filmi" diyenlere de 'feminist' yaftasını yemek düşer. Ama dikkat, kadın erkek karşıtlığı üzerine kurulmuş bir metin değildir bu; hak ile batılın birbirine karıştığı, insanı yücelten değerlerin sadist ve bencil amaçların önüne halı sermek için kullanıldığı gerçeğine bir isyandır sadece.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder