28 Ocak 2011 Cuma

Kendinizi savaşın endişesine salıvermeyin

Ölenleri, yaralananları, füzeleri, bombaları görüp üzülmemek elde değil. Duyarlılık, insanı insan yapan özelliklerden biri zaten. Ama bu durum sizi strese ve sıkıntıya sokmasın. Üzülün; ama yapmanız gerekenleri ihmal etmeyin. O insanlara yapabileceğiniz şeyleri göz ardı etmeyin.

Hepimiz günlerdir ekrandan naklen yayınlanan savaşı kaygı ve endişe ile izlerken dehşete kapılıyoruz. İnsanlığın tarihi boyunca gördüğü en büyük savaşlardan biri ilk günlerde televizyon ekranlarında bir savaş oyunu gibi yayınlanıyordu. Sanki o yağmur gibi yağan füzeler, bombalarla hayatı tehlikede olan ya da sarsılan küçücük çocuklar, hamile anneler, her an tansiyonu çıkabilecek, kalp krizi geçirebilecek hastalar, yaşlılar değilmiş gibi teknik, duygudan yoksun bir şekilde sunuluyordu. Günler geçtikçe savaşın acı, dehşet verici yüzü ortaya çıkmaya başladı. Hastanelerdeki yaralılar, saldırı biter bitmez ihtiyacını karşılamak için sokaklara çıkan ve tekrar sığınaklarına koşan insanlar, sığınaklarında oturmuş okullarından, oyunlarından uzak, ölüm yağdıran bombaların sesleriyle titreyen çocuklar da ekranlarda, gazetelerde görünmeye başladı. Ya madalyonun öbür tarafı, belki de hangi maksatla savaştığını bile tam kavramamış otoriteye boyun eğmiş askerlerin esir alındıktan sonraki görüntüleri. Benizleri sapsarı, korkuyla titreyen insanlar.

Saldıran da saldırılan da korku içinde

İnsan, zıtlıkları içinde barındıran bir varlık. İbretle, hayretle, şaşkınlıkla bu zıtlığı izliyoruz. Ezilen bir çiçek, kanadı kırık bir kuş, ağlayan bir çocuk için gözyaşı dökebilecek duygu potansiyeline sahip bir insan milyonların ıstırabına kayıtsız kalabiliyor. İyilik de güzellik de her insanın özünde var. Mesele kişinin özündeki güzellikleri ortaya çıkaracak ortamı hazırlamak. İnsanın insanca yaşaması, insanca düşünüp hissetmesi için toplumun mimarlarına büyük görevler düşüyor. Bir gönül mimarı binleri dostluğa, kardeşliğe, sevgiye, huzura götürürken bir diktatör yüz binleri, milyonları acıya, ıstıraba, vahşete, barbarlığa sürükleyebiliyor. Irak savaşı hemen yanı başımızda ve büyük boyutlu bir savaş. İnsanlık benzer felaketleri, acıları Afganistan’da, Yugoslavya’da, Bosna’da, Japonya'da Nagazaki’de Hiroşima’da Filistin’de, Keşmir’de ve diğerlerinde de çekti ve çekiyor. Bedenin bir azası hastaysa diğerlerinin ona acı ve ıstırapla katılmaması mümkün mü?

Şu anda sokaklara dökülüp savaşı protesto edenler kadar evlerinde televizyonları başındaki pek çok kişi de benzer acı duyguları yaşıyor.

Ayşe Hanım diyor ki: Bugün bir arkadaşın düğünü vardı, canım hiç gitmek istemedi, başka zaman olsa gitmeye can atardım. Evden dışarı çıkmadım. Kaygıyla televizyondan haberleri takip ettim.

Sema Hanım’ın duyguları da başka: Bugün (savaşın dördüncü günü) bir arkadaşa hasta ziyaretine gittik. Yolda çarşıda alışveriş yapan insanları gördüm. Herkes kendi derdinde gibi geldi. Orada insanlar ölürken biz kendi derdimizdeyiz. Gerçi orada da burada da hayat devam ediyor. Fakat suçluluk duygusu duydum. Savaşlar bazen uzun sürüyor. Böyle zamanlarda bizim elimizde olmayan savaşın acılarıyla yaşamasını da öğrenmemiz gerekiyor. Nasıl ki bedende bir aza hasta olursa diğerleri de ona acıyla karşılık verir, fakat bütün azalar fonksiyonunu yitirdiğinde o beden tamamen hayatiyetini kaybederse, biz de insanlık olarak hayatiyetimizi kaybetmemek için gayret etmek durumundayız.


Savaşın yüklediği stres, vazifelerimizi ihmal ettirmemeli

Duyarlılık, insanı insan yapan hasletlerin başında geliyor. Fakat duygu kadar akıl da önemli. Savaş hepimize belli bir stres yüklüyor ve bu stresle başa çıkmak için duygularımız kadar aklımızı da beraber kullanmak zorundayız. Kısaca stresle “duygusal odaklı başa çıkma” yerine “problem odaklı başa çıkma” yolunu denememiz lazım. Bizim hayattan elimizi eteğimizi çekmemizin acı çekenlere faydası yok. Fakat duygularımız ne yapmamızı gerektiriyorsa onu yapmamız gerekiyor. Her birimize insani yardım çalışmalarına destek vermek, karşı olduğumuzu göstermek, o bölgede yaşayan yakınlarımız varsa onlarla ilgilenmek gibi pek çok görev düşüyor. Günlük hayatın telaşı bunlara engel olmamalı. Fakat stresin depresif duygularımızı artırmasına, vazifelerimizi ihmal etmemize yol açmasına karşı da tedbirli olmamız gerekiyor. İnsan gülecek ağlayacak, kazanacak kaybedecek. Düğün de cenaze de, savaş da barış da hayatın bir parçası. Bunları hayatın bir parçası görmezsek insanlık daha büyük yara alacak. Savaş var diye insanlar ümitlerini kaybeder evini, işini sosyal vazifelerini ihmal ederse çocuklarımıza nasıl bir gelecek hazırlayabiliriz?

25 Ocak 2011 Salı

Kıymet Teyze

Ebedî âleme, Allah rızası için yaptığınız iyiliklerden başka bir şey götüremezsiniz
Çocukluğundan beri bütün ömrünü çalışarak geçirmiş 80 yıllık bir çınar Kıymet Teyze. Eşi ve üç çocuğuyla geldiği İstanbul'da sıfırdan bir hayat kurmuş ailesine.


Konuşurken bir ara "Üşenme, aç şu balkon kapısını." diyor. Çiçeklerle dolu balkonun zemininde renkli iplerle dokunmuş bir yolluk serili. "Onu ben dokudum. 55 seneliktir. İstanbul'a gelirken bir tek o vardı. Zelzeleden çıkıp gelmiştik. Komşularıma da 25 kuruşa dokurdum. Bak bu halıyı 100 liraya aldım 36 sene önce; Çin halısı. Bugün metrekaresi 1 milyar lira. Bu ne halısı diye sorana balkondaki kilimi gösteriyorum. Çalışana her yerde para var; ama çalışmayana yok." diyen Kıymet Teyze, evlatlarına fabrikalar kuracak kadar işlerini büyütmüş olmasına rağmen ticaret yapmaya devam ediyor. Bütün varlığına rağmen dünyadan giderken yanında yaptığı hayırlardan başka bir şey götüremeyeceğinin de bilincinde olan Kıymet Teyze, öksüzü, dulu, yetimi gözetmeyi de ihmal etmiyor. Fakir öğrencilerin eğitimi için eğitim kurumlarına da yardım eden Kıymet Teyzeye Anneler Günü'nde, Özel Ufuk Koleji Okul Aile Birliği tarafından "2004 Yılının Annesi" ödülü verildi.

Balıkesir'den İstanbul'a geldiğinde 25 yaşındadır Kıymet Teyze. Bundan 13 yıl önce kaybettiği eşini hayırla anmasına karşın, hiç çalışmayan bir insan olduğunu söylemekten de geri durmuyor. Kıymet Teyze, ailesini geçindirme, çocuklarını okutma işi üzerine kalınca bir iplik fabrikasında çalışmaya başlar. Geceleri de evde sabaha kadar tezgah başında dokuma yapar.

Yevmiyesi 35 kuruştur. Fabrikadan 4 liraya çıkan çorabın mağazada 10 liraya satılmaya başladığını görünce, aynı çorabı 4 liraya alıp 5 liradan satmaya başlar. Bu işte daha çok para kazanmaya başladığı için pazarcılık yapmaya başlar. Gece gündüz demeden çalışır. İstanbul'un bütün pazarlarında tezgah kurar. Çorap, eşarp ve iç çamaşırı satar. 16 sene içinde Vatan Caddesi üzerinde 10 katlı bir apartman sahibi olan Kıymet Teyze, daha sonra bunu satıp memleketi Gönen'de bir tekstil fabrikası kurar ve oğlunu başına getirir.

Ticareti babasından öğrendiğini vurgulayan Kıymet Teyze, çalışma hayatındaki gayretini ve kurallarını şöyle anlatıyor: "8 yaşımdayken başladım koşturmaya. Köy çocuğuyum ben. Kuzu, hindi güderdim. Hiç okula gitmedim. Gönen'den Yalova'ya babamla at satmaya giderdim. Pazarcılık yaparken, iki valizi elime alır, ikisini de omzuma atar Eyüp'ten Taşlıtarla'ya kadar yürür, o yokuşları çıkardım. Ucuz sattım, kuyrukta sattım. Ne tiyatro, ne sinema bildim bu zamana kadar. Bir gün araba çevirip de işe veya gezmeye gitmedim. Bir kez hacca gittim. Nasip olursa bir de umreye gitmek istiyorum. Bugün hâlâ 30 milyona belediyeden bir kart alır, onunla otobüse biner, işime gider gelirim. Her şeye bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur. Adamı rezil eden de kadındır vezir eden de. Bir erkek sel olsa da kadın göl değilse o ev hiçbir zaman ev olmaz.

Benim kocam sadece harcamasını bilirdi; ama ben kazandığımın hepsini ona vermezdim; fakat onun gölgesi altında kazandım ben her şeyi. Çünkü dul bir kadın olsaydım bu işleri yapamazdım. Ayda bir zorla da olsa Mahmutpaşa'ya götürürdüm onu. Ölmeden önce de 2 ay hastanede baktım. Her gün helallik istedi benden."

Çocuklarını okutsa da memurluk yapmalarını istememiş Kıymet Teyze, fabrika kurmuş işletmeleri için. Bugün hâlâ onların fabrikalarında üretilen iç giyim ürünlerinin ihraç fazlalarını çok küçük kâr ile mağazalara pazarlıyor. "Artık yaşlandım, eskisi kadar çalışamıyorum." dese de çalışmaktan tamamen vazgeçemiyor. İlerlemiş yaşına rağmen dimdik ayakta. Genç hanımları kıskandıracak kadar temiz ve düzenli olan evinin tüm işlerini kendisi görüyor. Bugünün kadınlarını eleştirmekten de geri durmuyor: "Öğlene doğru 11'de kalkıyor bir kadın. Evimi ve o vakte kadar yaptığım işleri görünce 'hacı anne ne zaman yaptın bu kadar işi' diyor. Ömrüm boyunca sabah namazından sonra yatmadım ben. Güneş doğmadan yarım saat önce uyanır, gece 12'den önce de uyumam. Sabah ezanından sonra kısmet dağılır. Gün boyu çalışırım. Evime devamlı müşteri gelir. Hastalık haricinde gündüz vakti bir kere başımı yastığa koymadım. Bir şeyi satın alırken en uygun yerini bulup almak lazım. 10 yere bakmadan en ufak bir şey almam. Bugünkü kadınlar para harcarken kocalarına hiç acımıyor."

Kıymet Teyze ahir ömründe çalışabildiği ve kazandıklarıyla muhtaç insanlara yardım edebildiği için mutlu olduğunu söylüyor. Ebedi aleme, Allah rızası için yaptığı iyiliklerden başka bir şeyi götüremeyeceğini çok iyi biliyor. Konuşurken bir ara 55 yaşında oğlunu bir anda nasıl kaybettiğini anlatırken "Evladım 7 fabrikadan ne götürdü? Sadece bir kefen. Zorla yapılan işte hayır olmaz, gönül işi bu. 41 tane öksüz evlendirdim. Elimden geldiği kadar memleketimdeki dul ve yetimlere yardım ediyorum. Köylerdeki fakir fukaraya birçok şey götürüyorum. Elimden gelse ne kadar fakir varsa okutmak istiyorum." diyor.

Kadın Buluşması

Kadınlar sorunlarını çözmek için buluşuyor

Türkiye’nin farklı illerinden 18 kadın sivil toplum kuruluşunun temsilcileri ve bağımsız katılımcılarla birlikte 90’a yakın kadının bir araya geldiği “Kadın Buluşması 2” Çorum’da gerçekleştirildi. Ensar Vakfı Çorum Şubesi’nin organizasyonuyla Hamamözü Gimpaş Termal Tesisleri’nde üç gün boyunca çok yoğun bir program yapan kadınlar, daha güçlü temsil imkanı oluşturmak için bir üst çatı altında birleşmeye karar verdi. Buluşmada, geçici yapılanma ve çalışma grupları da belirlendi.

Konulu ve serbest oturumlarda, öncelikle başörtüsü olmak üzere, ceza yasaları ve geleneklerdeki ayrımcılık, eğitim, aile, çocuk, siyaset, Irak’a asker gönderilmesi, cinsel sorunlar, kürtaj gibi Türkiye ve dünyadaki birçok konu ve sorun gündeme getirildi. İstanbul, Ankara, Bursa, Mardin, Diyarbakır, Antalya, Zonguldak, Afyon, Elazığ, Konya ve Çorum’dan gelen kadınlar, hem sivil toplum kuruluşu olarak tecrübelerini aktardılar, hem de yaşadıkları sorunları gündeme getirerek hep birlikte çözüm bulmak için tartışma ortamı oluşturdular.

Kadın Buluşması’nın ilki dört ay önce Ankara Kızılcahamam’da yapılmış, 2. buluşmanın Çorum’da yapılmasına karar verilmişti. 17-18-19 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen 2. buluşmanın programı o kadar yoğundu ki, katılımcılar bahçedeki sararmış sonbahar yaprakları üzerinde gezinme imkanı bile bulamadılar. Kadın nezaketinin ve inceliğinin hakim olduğu toplantılarda, kadın kadına bir araya gelip özgürce sorunları konuşabilmenin, ortak akılı oluşturarak çözüm bulmanın keyfini çıkardılar. Buluşma mekanına varır varmaz yapılan ilk günkü oturumlarda 1. buluşmanın değerlendirmesi yapılarak alınan kararlar hatırlatıldı. Kadın toplantılarına katıldıkça yalnız olmadığını fark ettiği için çok mutlu olduğunu belirten Güneydoğu Hanımlar Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Başkanı Necla Hattapoğlu, 2. buluşmada genç katılımcıların arttığına dikkat çekti.

‘Ülkemizden ve dünyamızdan da sorumluyuz’

Kadınların bu tür toplantılara katılmasının önündeki zorluklara dikkat çeken Başkent Kadın Platformu Derneği üyesi Hidayet Şefkatli Tuksal, “Yaptığımız işin adı yok. Çocuğu, annesi, eşi, kayınvalidesi olan kadınların, destek bulamadıkları takdirde bu tür sivil toplum faaliyetlerine katılmaları çok zor.” dedi. Tuksal, kadın sivil toplum kuruluşlarının neden bir üst çatı altında toplanmaları gerektiğini şöyle anlattı: “Birbirimizin yaptığı çalışmalardan haberdar olmak için buna ihtiyacımız var. Başörtülü dindar kadınlar olarak bu ülkede tabanı oluşturan ve en az yabancılaşmış kesim bizleriz; ama resmi platformlarda kıymetimiz yok. Bu anlayışa karşı sayı ve nitelik olarak güçlü olmalıyız. Birbirimizden güç almalıyız. Yaptığımız işi en yakınlarımıza bile anlatamıyoruz. Birbirimizin tecrübelerine, imkanlarına, lobi gücü oluşturmaya ihtiyacımız var. Eşimizden, ailemizden, çocuklarımızdan sorumlu olduğumuz kadar ülkemizden ve dünyamızdan da sorumluyuz. Kadın model olarak çocuklarımıza örnek olmalıyız.”

Kadınların gündemdeki en önemli sorunu başörtüsüydü şüphesiz. Buluşmada, başörtülü olduğu için görevine son verilen öğretmen ve memurlar, okullarına devam edemeyen öğrenciler ve milletvekili adayı olamayan parti üyeleri de vardı. Oturumlarda ve çay sohbetlerinde bu konu tartışıldı. Kamusal alandan atılan kadınların ayakta kalmak için buldukları çözüm yolları ve yeni iş önerileri paylaşıldı. Kadınlar, başörtüsü ile birlikte dünya üzerindeki bütün hemcinslerinin yaşadığı diğer sorunları da dert ediniyordu. Hidayet Şefkatli Tuksal'ın akşam çay vaktinde söylediği 'Ünzile' şarkısıyla olaşan duygusal yoğunluk, buluşmaların tüm kadınlara umut olacağının ispatıydı. “Kadın Buluşması 3” önümüzdeki aylarda başka bir ilde gerçekleştirilecek.


Kadın Buluşması 2’ye katılan sivil toplum kuruluşları

Başkent Kadın Platformu Derneği, Gökkuşağı İstanbul Kadın Platformu, Türk Diyanet Vakıf-Sen Kadınlar Kolu üyeleri, Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı, Hazar Grubu, Akdeniz Hanımlar Kültür ve Yardımlaşma Derneği, AK Parti Kadın Kolları üyeleri, Ensar Vakfı İstanbul merkez ile Çorum ve Konya şubeleri, Güneydoğu Kadın Kültür Platformu, Şefkat Vakfı, Kadınlar Kültür ve Dayanışma Birliği, İlke İlim Kütür ve Dayanışma Derneği, Bursa Çınar Platformu, Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı, Özlenen Çocuk Derneği, Doğazen Kültür Sanat Evi.

Kadın kuruluşları bir araya gelip kendi sorunlarını çözemiyor

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, ülkemizde de son yıllarda birçok etkinlikle kutlanıyor. Kadın sorunlarının bir gün de olsa gündeme gelmesi ve konuşulması önemli elbette; ama çözüm üretme adına çok etkili olmadığı da bir gerçek. Bunun en önemli sebebi ise, kadın sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak amacıyla kurulan sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortak platformlarda çalışamıyor olması. Dünya görüşlerine ve toplumsal sınıflara göre ayrılan kadın kuruluşları, kadın olma ortak paydasında buluşup sorunlarını tek bir elden ilgili makamlara ulaştıramıyorlar ve çözüm önerileri getiremiyorlar.

Kadın sorunlarıyla ilgili yaptığı araştırmalarla tanınan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) İstanbul Milletvekili Zeynep Karahan Uslu, bu ayrılığa dikkat çekerek, kuruluşların her birinin diğerini “öteki” olarak gördüğünü, bunun da sorunların çözümü için ortak çalışmayı engellediğini söylüyor. “Sivil toplum kuruluşları aralarındaki görüş ayrılıklarını ikinci plana itip, birbirlerinin sosyal paydaşı oldukları gerçeğini önceleyerek ortak bir platformda buluşamamaları, kadın sorunlarının çözümünde hızlı ilerleme kaydetmeyi sağlayacak sinerjiyi yaratamıyor.” diyen Karahan Uslu, AK Partili kadın mileltvekilleri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin kadın milletvekilleriyle birlikte çalışma konusunda bir zorluk yaşamadıklarını vurguluyor.

TBMM’nin en genç kadın milletvekili (34 yaşında) olan Karahan Uslu, evli ve bir çocuk annesi. Milletvekili seçildikten sonra İstanbul ile Ankara arasında mekik dokuyan Zeynep Hanım, “Halimden şikayetçi değilim. Her şeyin bir bedeli var. Ben aday olurken de biliyordum bunu. Erkek milletvekillerinin çoğu ailelerini Ankara’ya taşıyabildikleri için aynı zorluğu yaşamıyor belki; ama eşi çalıştığı için taşınmayanlar da var. Kadınlar için siyaset yapmak erkeklere göre daha zor değil. Bu zamana kadar kadın olduğum için hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadım. Çok rahat çalışıyorum.” diyor. Kadınları sorunlarını çözmeye katkıda bulunmak için siyasete katılmaya çağıran Uslu, Parlamento’da ve parti içi örgütlenmelerde kritik eşik olarak adlandırılan yüzde 30 oranında kadın katılımı sağlanırsa kadın sorunlarının çözümlenmesine yönelik yasal düzenlemelerin çıkmasının kolaylaşacağını düşünüyor ve kadını daha edilgen ve ikincil konumda gören sınırlandırmayı uygun bulan geleneksel bakış açısının hâlâ var olduğuna vurgu yapıyor.

Kadınların eğitim ve gelir seviyesi yükseltilmeli

Uslu’ya göre, ekonomik sıkıntılar, savaş endişesi gibi toplumun tamamını ilgilendiren problemlerin yanı sıra kadınların kadın olmaktan, cinsiyet rollerinin eşitsiz dağılımından kaynaklanan ve erkeklerin yaşamadığı birçok sorunu var. Bunların başında erkeklere göre daha az eğitim almaları, iş ve sosyal yaşamda cinsiyet ayrımcılığına tabi tutulmaları geliyor. Tüm dünyada olduğu gibi aynı işte çalıştıkları halde erkeklerden daha düşük ücretlere çalışıyorlar. Şiddetin ve savaşların öncelikli mağduru daima kadınlar ve çocuklar oluyor. Kadın sorunlarının çözülmesi için kadınların kendi ayakları üzerinde durabilen, ekonomik bağımsızlığını kazanmış, kamusal alanda kendine yer edinmiş, hayatını kazanabilen bir birey haline gelmeleri gerekiyor. Kamusal alanda kadının görünümü oransal olarak artırıldığında kadın sorunlarında da kendiliğinden bir düşme olacağını belirten Uslu, araştırmaların da bu tespitini doğruladığını, eğitim ve gelir seviyesi yükseldikçe kadın mağduriyetlerinde de aynı oranda düşüş görüldüğünü vurguluyor.

Her ile kadın merkezi açmak istiyoruz

Karahan Uslu, kadın sorunlarının çözümüne yönelik iki önemli projesini Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM)’nün bağlı olduğu Çalışma Bakanlığı’na iletmiş. Bunlardan ilki KSSGM’nin sorunları tespit noktasını öte geçerek, kadın sorunlarının çözümü için şemsiye bir kuruluş niteliği kazanması ve icracı bir kurum haline getirilmesi. Bütün illerde açılacak KSSGM’ye ait birimler her türlü kadın mağduriyetinde başvuru yapılabilecek birer merkez haline gelecek. Örneğin, şiddet mağduru bir kadın bulunduğu ildeki KSSGM’nin şubesine başvurduğunda burada hukuki yardımdan hastane raporunun alınmasına, sığınma evine yerleştirilmesine, iş bulunmasına kadar, gerekiyorsa meslek edindirilmesi gibi her türlü yardımı alacak ve kendi ayakları üzerinde durabilen bağımsız bir birey haline gelmesi için çaba gösterilecek. KSSGM’deki yapısal dönüşümün mali boyutunun da sivil toplum kuruluşlarının ve özel sektörün devreye sokulmasıyla aşılabileceğini düşünen Karahan Uslu, proje uygulanırsa her ilde sığınma evi açılacağını belirtiyor. Türkiye’de kadınların kamusal alana katılamamasının önündeki en önemli engelin eğitim alamamak olduğunu ifade eden Uslu, ekonomik zorluklar yüzünden kızlarını okutamayan ailelere, kız çocukları için burs temin eden bir sistemi kurmak istiyor. Uslu, Türkiye’nin öncelikli gündemleri biraz rahatladığında bu projelerinin hayata geçirileceğine inanıyor.

Kadının aleyhine olan yasalar ayıklanmalı

Kadınların sorunlarının çözülmesi için kadına yönelik algıların kolektif hafızada değişmesi gerektiğini belirten Zeynep Karahan Uslu şöyle konuşuyor: “Bunun için öncelikle bir çerçeve eşitlik yasası çıkarılarak tüm yasal düzenlemelerde kadının aleyhine olan hükümleri ayıklanmalı. Türkiye Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’ne imza atmış bir ülke. 58. hükümetin programında CEDAW’ın ilkelerinin uygulanacağı açıkça deklare edildi. Ben bunun gerçekleşeceğine inanıyorum. Siyasette erkek egemenliğinin kırılması doğal seyri içinde kısa vadede mümkün görünmüyor. Dünyanın diğer ülkelerinde bunu kırılmaya uğratan kota uygulamasıdır. Kotalar Türkiye’de de uygulanmalı. Çünkü kısa vadede kota dışında siyasette kadın temsilinin artışını sağlayacak bir toplum yapısı yok.”

YAŞLILARA ALKOL ÇENGELİ

Araştırmalar 60 yaş ve üstündeki birçok kadının alkol ve reçeteli ilaç bağımlısı olduğunu ortaya koyuyor. Batılı ülkelerde birinci derecede yakınlarını kaybeden yaşlılar çareyi alkolde buluyorlar. Kocası ölüp, onu 77 yaşında dul bir kadın olarak bırakınca Genevieve May üzüntüsünü dağıtmak amacıyla içki içmeye başladı. May, içkiyle olan ilişkisi hakkında şunları söylüyor: "Sabahları kalkamıyordum. Alkolü biraz olsun moralimi düzeltmek için aldığımı fark ettim."
Belki kısa bir süre sizi neşelendiriyor, ama sonra sizi depresyona sokuyor. 83 yaşındaki Mrs. May, alkolizm tedavisi için California'daki Betty Ford Merkezi'ne geldi. Orada beş yıl boyunca tedavi gördü ve alkol bağımlılığından kurtuldu. Mrs. May belli bir yaştan sonra da insanın alkolik olabileceğini anladığını söylüyor. Tahmini olarak 60 yaş ve üstündeki 1,8 milyon Amerikalı kadın alkolik, ve 2,8 milyon kadın da psikoaktif, ruh haline etki eden reçeteli ilaç bağımlısı. Bunlar sadece eldeki verilerden yola çıkılarak yapılan en iyimser sonuçlar. Ama Columbia Üniversitesi Madde Bağımlılığı Merkezi'nin verdiği bir rapora göre tüm Amerika'da 60 yaşın üzerindeki kadınlar`da 25,6 milyon gizli madde bağımlısı var.Bu rapor ülke çapında 400 doktorla yapılan bir anketle ortaya çıkmış. Doktorlar iyimser bir tahmin olan, 1,8 milyon madde bağımlısı kadından sadece 11.000'nin tedavi gördüğünü söylüyor. Rapor, yaşlı erkekler için aynı şekilde karşılaştırmalı istatistikler içermiyor.

Yaşlılar tedaviden kaçınıyor

Fakat diğer araştırmalar alkol bağımlılığının erkeklerde kadınlardan daha yaygın olduğunu ortaya koyuyor. Ki onların bağımlılığı farkedilmeyedebiliyor, zira yalnız içmeyi daha çok tercih ediyorlar. Yaşlı kadınların reçeteli ilaçlara ulaşması onları aşırı kullanan veya alkolle karıştıran erkeklerden ulaşmasından daha kolay. Rapora göre alkol ve ilaç bağımlısı yaşlı kadınların genç kadınlara göre iyileşmesi daha kolay. Ama yaşlı kadınların çoğu tedavi görmeye utanıyor, çocukları onlara uyarıda bulunmaya çekiniyor veya doktorlar deprasyon ve Alzheimer hastalığı gibi diğer bazı hastalıklarla karıştırma hatasında bulunuyorlar.

Yirmi yıl kadar önce Beyaz Saray'ı terk ettikten sonra, kendi alkol ve ağrı kesici bağımlılığyla halkın önüne çıkan eski firs lady Betty Ford, telefonda yaptığı bir röpörtajda şunları söylüyor: "Doktorlar bu tür durumların üzerinde durmaktansa, tıbbi müdahalelerle daha çok ilgileniyor. Belki de, hastalığını nasıl teşhis edeceklerini tam olarak anlayamadıkları hastalarla uğraşmayı bir zaman kaybı olarak görüyorlar. 'Madde Bağımlılığı Merkezinin verdiği bir raporda şunlar belirtiliyor: "Doktorlar arasında hiçbir zaman dile getirilmeyen ama yaygın olan bir kanı var, yaşlı madde bağımlılarının, gençler kadar tedavi edilmeye değmeyeceği."

Gönüllü Hanley Hazeldan Merkezi'nde yaşlılar servis yöneticisi olan Carol Egan üzüntülerini şöyle dile getiriyor: "Bu ülkede yaşlılara yeterince değer verilmiyor. Yaşlılarımıza hizmet etmiyoruz, onları gözardı ediyoruz."

Yaşlıların yeterince ilgi görmediği Amerika, onları kaybederek gençliğini de kaybettiğinin belki de farkında değil. Zira gençler köklerine saygı duymuyorlar, bu da onları her türlü istenmeyen fiile karşı zayıf bırakıyor.

21 Ocak 2011 Cuma

Anneler çeşmesi

Yasak ağaç, unutturulmaya çalışılan ağaç... Ağaçtaki meyve, unutturulmaya çalışılan lezzet ve haz... Yol ayrımı: Bir tarafta 3. şahsa kapalı, bencil, iki kişilik ve iki boyutlu bir konfor; diğer tarafta çoğalmanın ve dünya hayatının meşakkati...


Ruhun ve bedenin ihtiyaçlarıyla ilgili bütün problemleri, zaman ve emek harcayarak, yıpranarak, tehlikeleri ve riski göze alarak ve fikir yüküne katlanmakla çözmenin, sorumluluk almanın, sabretmenin ağırlığı...

İlk muhacirler, zoru, anne-baba olmayı tercih ettiler, fedakarlığın ve îsârın (1) en büyüğünü sergilediler. Yoksa sırasını bekleyen ruhlar, kreş çocukları gibi anne sevgisine hasret kalacaklardı. Çocuğuna götüremediği pasta, düğünde annenin boğazına takılır ya, paylaşılamayan cennet küçülüverir. Anne, nimeti ve neşeyi, paylaşarak büyütmenin, kökleri acı, meyvesi tatlı emeğin, bereketin sancaktarıdır. Annesiz çocuğa, çocuksuz anneye, çocuğu olmayan kadına yuvası dünya cenneti bile olsa sürgün sayılır.

Noksan sayılır bebek arabası, kundak... Noksan kalır hazır mama... Anne sütüyle emzirmek ve kucaklamaktır en güçlü iletişim ve en güzel gıda... Plastik annelere elveda...

Aydınlık aşığı anne ve rahimdeki üç karanlık... Taşımada ve doğurmada zorluk, beslemede ve korumada zorluk, sabırla cevheri işlemede ve eğitmede zorluk... Sancısız doğum, acı, emek, sevgi ilişkisini bilmemek gibi bir cehalet ve hikmet-i İlâhi'yi inkâr...

Çocuğun ilk eğitimcisi annedir, rahimdeyken duyularla algılananlar ve ruh hali, alınan gıdalar, helal-haram tartısı mizanıyla her şey ilk adımdır, temelin harcıdır. Ağrıyı hafifletmek için hurma, ruh huzuru için su sesidir, bu devrede Meryem (r.a) iffeti taşıyanlara lazım olan... Hz. Peygamber (s.a.s)'e saklansa da çocuktur, anneliktir tutku, bakire Masumiyyete zevceliği unutturan... Medyenli çoban kıza eş olsun, çocuğu, anneliği bahşetsin diye ölüm korkusuyla tâ Mısır'dan huzura getirten... Ana duasıdır rızıkla buluşturan... Annesini, Nil yolcusu yavrusuna kavuşturan...

Tespihin imamesi Peygamberim (s.a.s) sevgide biricik Hatice (r.anha)'sine ağlıyor, onu arıyor... Çocuklarının hepsini onda buldu, davasını ve sevdasını onda mayaladı... Soyu kesik diye alaylanırken, kültürde mukaddes bir inkılâp yaşandı ve kız evladından gelecekler Kevser'le kandı...

Anne karşılıksız verir, karşılıksız sever. Bu fedakarlığını, diğergamlığını istismar mı ediyorlar yoksa, onu çocuğunun mirasından mahrum ederek? Hukuki olanı kanuni olana boğdurtan maddeci ve kör pragmatist zihniyet, bakmaktan erindiği yaşlı annesini huzur evine atıyor... Ucuz işgücü simsarları, feminizm maskesiyle anneyi, iş hayatına sürüyor... Huzurevi; kullan, buruştur, at... Fayda, materyalist fayda. Ona göre ibret, değerlerin nesillere intikali, alnındaki kırışıklar ve samimiyetiyle tecrübe ve huzur pınarına uzanmak, hayır dua faydasız...

Annelik kadınlığın zirvesidir. Zirve olmak, tam olmak, son din gibi, tereyağı gibi... Tereyağı bozulursa düzelir mi? Tam olan sevilmez mi? Kızların anneliği, annelerin çocuğu gözlediği yılların içli şarkıları ve serin şiirleri nerede? Anne adayları ve anneleri azalan milletin "içindeki çocuk" ölmüştür. O milletin, sütü çekilen anne gibi, ümit çeşmesi, gönül çeşmesi kurumuştur.

Bütün değerleri, duyguları ve hatta anneyi dahi, anne sevgisini dahi sömüren hırs, azdırılmış bir nefs... Anneler günü, yahut tüketim günü, tükettirme günü...

Vazgeçmem; beni annem kucaklayacak... İlk vahiyde Peygamberimi (s.a.s) Cebrail'in kucaklayıp güven ve cesaret emzirdiği gibi... Anneler çeşmesinden kana kana...

(1) Îsâr: Din kardeşini tercih.

14 Ocak 2011 Cuma

Kadın erkek için bir uyarıcımı

Bir göz ve limon hikayesi
Boğazınız ağrıyor. Yutkunmak acı veriyor.


Bu yüzden mümkün olduğu kadar az yutkunmaya çalışıyorsunuz. Bunun için de ağzınızdaki pityalin salgılayan dilaltı bezlerinizin fazla faal olmaması lazım. Onları bir dereceye kadar kontrol edebiliyorsunuz. Ve siz tam bunun mücadelesini verirken diyelim karşınıza biri gelip oturuyor ve bir limon kesip onu yalamaya başlıyor. Bunun üzerine dilaltı guddeleriniz pityalin salgılarını üçe beşe katlıyorlar. Şimdi artık daha çok yutkunmak ve daha çok acı duymak zorundasınız. Ve bu durumda sadece iki seçeneğiniz bulunuyor. Ya gözlerinizi kapayacak ve karşınızdaki limon yalayıcısına bakmayacaksınız; veya bakacak, fakat eskisinden daha çok yutkunmaya ve ardından gelecek boğaz ağrılarınıza katlanacaksınız. Üçüncü şık ise muhal. Yani; hem limon yalayıcısını seyretmek, hem de dilaltı salgılarınızın aşırı faaliyet göstermesine iradenizi kullanarak mani olmak...

Bu ve benzeri sayabileceğimiz misaller insanın sadece biyolojik yapısında, onun iradesine bağlı olmadan icrai faaliyette bulunan, sayısız "bağımsız" kompüterlerin varlığı konusunu (çokları için doğal denip geçiliverecek olsa dahi) gündeme getiriyor. Asıl çok önemsiyerek üzerinde durmanız lazım gelen hadise ise (Biz hesaba katmıyor, gelip geçiveriyor olsak bile) biyolojik hayatımızda adını ettiğimiz irade dışı mekanizma ve donanımların çok ciddi roller oynamak ve sonuçlar vermek üzere adeta cirit atmakta olmalarıdır.

Ne var ki, organizmanızın biyolojik kanadı için önemli olan bu olayların sadece adı geçen kanadı için değil ve hatta daha da önemlisi rûhî, asabi ve manevi kanadı için de dikkatle ve yakından incelenmeleri gereği, bazı bilimadamları tarafından daha sık vurgulanmaya başlanmış ve bu alanın bilimsel incelemeler yelpazesindeki yerinin sağlamlaştırılması sağlanmıştır.

Bakın konuyla ilgili araştırma ve gözlemlerini, özellikle kadın ve erkek etki-tepki alanı üzerinde yoğunlaştıran uzmanların bu konudaki tespitleri ne kadar ilgi çekici:

Tıpkı göz, limon ve dilaltı bezleri arasındaki sebep-netice ilişkisi gibi, insan iradesini aşan bir seri ilişkiler dizisinin, kadın-erkek ilişkilerinde de bahis konusu olduğu bilimsellik kazanmış bulunuyor. Bahis konusu alanın araştırıcıları bu konuda da tıpkı göz ve limon olayında olduğu gibi, otonom (kendi kendisine işleyen, bağımsız) bir takım kompüterlerin varlığından ve şaşmaz otoritelerinden bahsediyorlar. Kadın, diyorlar, erkek için irade engeline takılmasına imkan olmayan bir uyarıcı (limon gibi); aynı şekilde erkek de kadın için bir iradeyle engellenemeyen, göz yoluyla doğrudan doğruya sanki (dilaltı guddeleri)ni etkileyen bir ışındır. Konu daima bir karşılıklılıktan bahsetmeyi icab ettiriyorsa da olayı sadece, kadını, etkileyen (limon misali), erkeği ise etkilenen (dilaltı bezleri) gibi tek taraflı, yani sadece erkek açısından takib etmek, anlatımı uzatmamak bakımından kolaylıklar getirecektir. Kadın, onu Vareden'in iradesiyle, erkeği etkileyici sayısız özelliklerle donatılmıştır. Adıgeçen etkileme olayı daha onun dış görünümden başlar. Yani diye açıklıyor bilimadamları, kadının, özellikler taşıyan fizyonomi ve fizyolojisiyle gözlem alanı içinde bulunan erkeği (tabii bu konuda biyolojik bir problemi olmayan, normal bir erkeği) etkilememesi imkansızdır.

Buraya kadar bilimadamlarının zaten malum şeylerden bahsedip durmuş oldukları düşünülebilir. Ama pek de malumumuz olmayan ve uzmanlarca asıl öğreti niteliği taşıyan bölüm bundan sonra gelmektedir. Şöyle ki: Etkileme olayı yukarıdan beri tekrarlanan iradedışı bir başka olayı, etkilenilen objeye, yani kadına ulaşma duygusu nu adeta salgılamaktadır. Kişi bu duyguya aile dediğimiz ortamda belki uyma imkan ve şartlarına sahip olabilmekte, fakat bunun dışındaki yerlerde adıgeçen uyarıcıya ulaşma ve doyum gerçekleştirme şansına sahip bulunmamaktadır. Sokakta, herhangi bir toplantıda, büroda veya akla gelebilecek herhangi başka bir ortamda, ahlâkî, hukuki ve sair sosyal engellere takılmakta ve ulaşma arzusu, bu psikolojik salgı, kişinin doyuma ulaşamamış, bastırılmış istekleri olarak psikolojisinin derinliklerindeki bir havuzcukta tortulaşıp kalmaktadır. Nasıl bir havuzcukta?.. Gündelik bütün psikolojik hadiselerinin; eşya ve hadiseleri etkileyen bütün karar, yaklaşım, aksiyon ve reaksiyonlarının uğramadan geçmeleri bahis konusu olmayan bir havuzcukta... Bu havuzcuk artık ağuludur diyorlar uzmanlar. Dolayısıyla oraya uğrayan tüm karar, yaklaşım, değerlendirme, reaksiyon ve benzeri psikolojik hareketler adı geçen ağudan paylarını almış ve değişen oranlarda olumsuz yönde etkilenmiş olarak dışa vuracaklardır diye ilave ediyorlar. Bu durumda, asabi hareketler, sağlıksız kararlar, yanlış değerlendirmeler, sapık tercihler, havuzcuğu ağulu kişiden hayata geçmeye başlayacak olan en doğal ve henüz en masum sonuçlardır. İşin endişe verici yanı ise tortulaşma (ağulaşma) nedeninin, yani çevrenin, yani kadının sürekli erkeğin görüş alanı içinde bulunma olayının değişmemekte oluşudur. Sokakta, herhangi bir ortamda, bir toplantıda, bir büroda adı geçen göz, limon ve iradedışı pityalin salgısı olayı tekrar bulmaya mecbur ve mahkum hale gelmektedir. Bu ise uzmanlara göre sözügeçen havuzcuktaki doyumsuz kalmış arzular veya bastırılmış isteklerden oluşan ağu çökeltisinin miktar ve yoğunluğunun artmasına ve problemin kronikleşmesine neden olmaktadır. Olay teşhis edilmiş, nedenler bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. Bu, konunun sadece teşhis faslıdır. İç gözlemler ve çevre gözlemleriyle bir bilimadamının belki de varmakta fazla zorlanmıyacağı bir hadisedir bu. Ama aynı bilimadamı kendi vicdanında yine kendisini problemin hal yollarını da gösterme; hastalığın tedavi çarelerini de belirtme yükümlülüğü içinde hissettiğinde bu bizzat bilimadamı için dahi kolay olmamaktadır. Konunun uzmanlarının, bazen imalar yoluyla, bazen ise hiç çekinmeden, açık açık, "çare" den bahsetme yükümlülüklerini yerine getirdikleri görülüyor. Bu hususta sadece bir takım "ima"larla yetinmeyi yeğleyenleri açıklık ve şeffaflıktan alıkoyan neden ise yeterince bellidir: Çağın kadın ve erkek ilişkileri bahsindeki dogmatik kabul ve tutumları... Bilim istediği kadar limon, göz ve dilaltı salgıları arasındaki değişmez ilgi ve ilişkiden bahsederse etsin, yani; kadın-erkek birlikteliğinin somut ve müsbet mahzurlarını açıklarsa açıklasın, bu birlikteliğin eleştirilmesi çağdaşlığa ve onun kadın-erkek eşitliği diye bilinen en kocaman unsuruna ters düştüğü için, bilimadamı kendisini yaman bir yeniçağ dogmasının karşısında bulacaktır. Hatta tek bir dogmanın değil, koca bir dogmatizmin... Tıpkı yukarıda adını ettiğimiz kişi, psikolojisinin derinliklerindeki ağulu tortular gibi; yavaş yavaş, katman katman, zaman içinde birikmiş dogmacıklardan oluşmuş kocaman bir dogmatizmin... Ne var ki: Kişisel insan hakları başlığı altında dokunulmaz ve tartışılmaz niteliği içinde, bazen kadın-erkek eşitliği, bazen ifade özgürlüğü, bazen sanat kutsallığı, bazen haz alma hürriyeti ve benzer ad ve kavramlar halinde, bilimin de karşısına çağdaşlık adına dikilebilen bu neo dogmatizm her şeye rağmen her zaman olduğu gibi eninde sonunda bilime yenik düşeceğe benzemektedir. Zira göz, limon ve dilaltı faaliyetleri arası ilişkiler olayının, bu biyolojik olayın, göz, kadın ve erkek arası benzerini insan psikolojisinde de yakalayan bilim, bu konudaki sesini artık yükseltmeye karar vermiş görünmektedir. Çağın neo dogmatizminin karşısına dikilen ve gerçeği, sadece gerçeği, hiçbir neo dogmatik baskıya takılmadan açıkça telaffuz eden gerçek bilimadamlarının adedi, olaya sadece ima yoluyla dikkatleri çekme yolunu tercih edenlere nazaran hızla çoğalmaktadır.

13 Ocak 2011 Perşembe

Geciken nedamet

Kadın, yıllarca aramış sormuş, sonunda kocasını pis bir otel odasının yatağı üzerinde yatarken bulmuştu. Odanın köşesinde duran bir ayağı kırık masada boş bardaklar, kirli ve tozlu, yerde devrilmiş içki şişeleri vardı.


İçerideki hava yıllar boyunca hiç oksijen tatmamış gibiydi. Adamsa baygın... Yanında getirdiği iki evladının yardımıyla zorlukla onu dışarıya çıkarmaya uğraştı. Ne de olsa kocasıydı. Çocuklarının babası. Onun perişan hali, yüreğine dokunmuştu. Taksiye bindiklerinde, şoföre yalvaran bir ses tonuyla:

- Doğru Bakırköy'e!" dedi. "Ne olur, hemen Bakırköy Hastanesi'ne."

* * *

Aylar sonra tamamen iyileşmiş, damarları alkolün zararlı artıklarından temizlenmiş olan koca, hastaneden ayrıldı. Ama evine dönmeye, o kadar acılar içinde bıraktığı karısını görmeye yüzü yoktu. Alkol, ardından türlü sefahet alemleri ve en kötüsü kumar... Hayatının en güzel bölümünü şeytanın bu üç tuzağı arasında mahvetmişti. Herşeye rağmen sabır yüklü, melek karısı; onun zelilliğine izin vermemiş ve iyileşmesine sebep olmuştu.

Dayanamadı. Kendisini nasıl karşılarsa karşılasınlar; ne şekilde muamele ederlerse etsinler, hepsine göz yumarak, karısı ve çocuklarına kavuşmaya karar verdi. Yuvasına giden yolda, saatlerce koştu. Kapısının önüne geldiğinde nefes nefeseydi. Uzun bir müddet zile dokunamadı. O mazluma ne diyecekti şimdi?

- Sana çektirdiğim her sefalet için, her mağdurluk için özür diliyorum. Bana hakkını helal et!" mi?

Gözlerinde biriken yaşları, elinin tersiyle sildi. Genç yaşına rağmen, erkenden kırlaşmış saçlarını, sağına doğru düzelterek, eskimiş ceketinin düğmelerini ilikleyip, sonunda olağanüstü bir cesaretle zile uzandı.

Kapıyı açan, kayınvalidesiydi. Şaşkınlıkla ne diyeceğini bilemedi adam:

- Şey ben..." diye kekeledi. "Ben artık iyileştim de. Karımla helalleşecektim."

Belki nihayetsiz gelen bir süre boyunca, bir zamanlar evladı gibi sevdiği damadını süzdü kadın. Onu ne kovdu, ne azarladı.

Sonra yüreklerini kavuran bir acılıkla:

- Keşke oğlum, kızım da bu halini görebilseydi!" dedi. "Ne kadar müteessirim bir bilsen. Ama, yazık ki o seni daha fazla bekleyemeden Rabbine kavuşmayı tercih etti. Artık ahirette helalleşirsiniz!.."

11 Ocak 2011 Salı

Kadın, ilimle mücehhez olmalıdır

-İslam anlayışı, kadın ve erkeği insan olma vasıfları açısından birbirinden üstün görmemiştir. Yalnız ve yalnızca ilim ve takva yönünden kadınla erkeğin birbirlerine üstün gelebilecekleri ayetlerle sabit kılınmıştır.


Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de "Allah katında en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır" buyurmaktadır. İslam'da erkek ya da kadın yalnızca cinsiyetleriyle değer kazanmıyor, her iki cinse değer kazandıran veya kaybettiren ilmiyle ulaşacağı ameli ve ahlâkıdır. Bu ölçüyle İslam, kadın ve erkeği yalnız "insan" olma vasfı açısından eşit kabul etmiştir. Ve İslam bu anlayışla ilmi insana vermiştir. Kur'an'ın birçok ayeti, insanlığı ilim öğrenmeye çağırdı. Zümer Sûresi'nin 9. ayetinde "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" diyerek bilenlerin her zaman bilmeyenlerden daha üstün olduklarını akıl sahiplerine duyurdu. "Ve de ki, Rabbim ilmimi artır" (Taha 114). "Allah sadece alim kullarına karşı saygı duyar" diyerek ilim öğreneni övdü, Allah'ı bileni alim, bilmeyeni cahil kabul etti.

Peygamberimiz(s.a.v.)'in de bize kadar ulaşan birçok hadislerinde kullarını ilim öğrenmeye teşvik ettiğini, öğrenmeyeni uyardığını ve öğrenmek isteyenlere yardımcı olduğunu görüyoruz. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Peygamberimiz(s.a.v.) şöyle demektedir: "Kim ilim elde etmek için bir yola girip yürürse Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır." Enes (r.a.)'in naklettiği hadis ise şöyle: "Kim ilim elde etmeyi arzulayarak (yola) çıkarsa dönünceye kadar o Allah yolundadır." Tüm bunlar gösteriyor ki, "Kur'an ve ilim tahsil etmek her Müslüman'a farzdır" diyen Peygamberimiz(s.a.v.), kadın-erkek diye bir ayrım yapmamıştır. İlim öğrenmekle kadın da, erkek de görevlendirilmiştir.

Kadının ilim öğrenmesi ile ilgili olarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Yrd. Doç. Dr. Ali Akyüz, İslâm toplumunun modelinin Asr-ı Saadet modeli olduğunu ve kadının da bu model içerisinde ele alınması gerektiğini vurguluyor. Kadının ilim öğrenmesinin de bu modelden ayrı düşünülerek değerlendirilmesinin büyük hata olacağını belirterek konuya şöyle açıklık getiriyor:

"Peygamberimiz (s.a.v.) bayanlara bir gününü ilim öğretmek için özel olarak ayırmışken ve biz bugünkü sahip olduğumuz ilimlerin hepsini Peygamberimiz'in eşlerinden öğrenmişken, Âsr-ı Saadet modelinde kadın-erkek ayırımı gözetilerek, kadın ilim öğrenmek ve öğretmekten mahrum bırakılmıştır" diyemeyiz. İslâm literdtüründeki fazilet hiyerarşisinde bile kadın-erkek ayrımına gidilmemiştir. Bu hiyerarşide en üstün 4 büyük melek, sonra peygamberler, insanlar ve en son meleklerdir. Gerçek kimliğini bulmuş gerçek Müslümanlar'ın önce erkek ya da önce kadın diye bir sıralanması sözkonusu değildir. Kadın-erkek üstünlüğü fazilet yarışıdır. Zaman zaman kadını önde görürsün, örneğin Hz. Aişe gibi, Hz. Fatıma gibi, zaman zaman erkeği önde görürsün. Asr-ı Saadet döneminden sonra kadın ilim öğrenme ve öğretme bazında bu fazilet yarışından uzaklaştırılmış veya kopmuş, erkeğin daha çok bu alanda ön plana çıktığı görülmüştür."

Kadının ilim öğrenen ve öğreten bir kişi olarak benimsenmesi gerektiğini söyleyen Akyüz, kadının bu vasfıyla ve gerçekte sahip olduğu İslâmî kimliği ile olması gereken her yerde bulunabileceğini vurgulayarak konunun temel noktasını şöyle açıklıyor:

"Kadın, fizik, kimya ya da diğer bilim dallarında sadece bunlarla uğraşan bir kişi olarak değil, gerçekte İslâmî kimliğini de taşıyarak olması gereken her yerde olmalıdır. Kadın, bir Müslüman'ın gerçek hayatını farklı yorumlaması olan üç ana noktadan kainatı anlamaya ve uygulamaya çalışmalıdır. 1'incisi inanç bazında, 2'incisi amel bazında, 3'üncüsü ise ahlâk bazında kainatı kavrar, yaşamda olanı İslâmî alanda anlar ve İslâmî olanı uygular. İşte bu üç yorumlama ile Asr-ı Saadet'te kadın, olması gereken heryerde vardı. Şiir, hukuk ve savaş alanlarında vardı. Asr-ı Saadet kadını kendi kimliğinden taviz vermeden, kendi kimliği ile ilgili olan her yerde yerini almıştır. İşte günümüz kadını da kadın olmanın verdiği gururla ve bu İslâmî anlayışla toplumun her yerinde olmalı fakat bu her yerde olma amacından önce, kendi yaratılışını, kendi içine sindirmiş olduğu inançları önde gelmelidir. Kadının ilim öğrenmedeki gerçek konumunun, zaman zaman siyasal, toplumsal ve tarihsel değişimler sonucu farklı değerlendirmelerin ortaya çıktığını belirten Akyüz, günümüzde de aynı problemlerle ortaya çıkmasını şöyle açıklıyor: "Bugün bir kadın veya Müslüman'ın sahip olduğu vasıfları ortaya çıkaramayışının ve bunu tam olarak İslâmî kimliği ile gerçek hayata geçiremeyişinin tek sebebi İslâm'ın ya da Müslüman olmanın sorunundan değil, sistemin içerisindeki zaman zaman değişimlere uğrayan yapısal karmaşıklığından kaynaklanmaktadır. Tüm bu farklılıkların olması kadınların gerçek hayatta ilim öğrenmesindeki önemini azaltmaz veya kadının dinini, ilmini öğrenmede ve öğretmede büyük önemi olduğu gerçeğini değiştirmez. Toplumun ciddi unsuru olan kadını, toplum dışına itmek ya da toplum içerisinde gerçek kimliğinden uzaklaştırarak ona gerçek yerini vermemek toplumu da yok etmek demektir."Sonuç olarak kısaca diyebiliriz ki; ilim öğrenmede erkekten ayrı görülmeyen kadın, fonksiyonel olarak da ilmini yayabileceği alanlardan da uzak tutulmamıştır. İslâmiyet, bu konuda kadının görev alacağı istihdam alanlarının birçok hükmüne sadık kalmak şartıyla belirlenmesine açık kapı bırakmıştır. Cahillikten kurtarılarak, şerefli ve yüksek ilim-irfan sahibi vasfına kadın İslâmiyet'le kavuşmuş ve hiçbir zorlayıcı hükümlerle karşılaşmadan İslâmiyet'te layık olduğu yerini almıştır.

Medyada kadın olmak zor

Nevval Sevindi 5 yıldır televizyon dünyasında. Onu sosyal içerikli yazı ve televizyon programlarının yanısıra, erkeklerle olan tartışmalarından da tanıyoruz. Samanyolu Televizyonu'nda Demokrasi Gündemi ve Aynadaki Kadınlar gibi iki önemli programa imza atan Sevindi, sürekli Anadolu'yu dolaşarak, konferanslar veriyor. Yıllardır erkeklerin arkasında itici güç olarak mücadele vermiş ancak hep perde gerisinde kalmış ve çile çekmiş Anadolu kadınının toplumsal yaşama daha fazla katılımı için mücadele eden Sevindi, 'kültürel ve sosyal alanda kadını katılımını yükseltirsek birçok sorun çözülecektir' inancında. Nevval Sevindi ile medyayı ve aynadaki kadınları konuştuk.


10 yıldır hem yazılı hem görsel basında çalışıyorsunuz. Bir kadın olarak medya ortamında bulunmak sizin için avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Medyada kadınların ayak işlerinde çalışması kolay. Hiç sorun çıkmaz. Yetki istemediğiniz sürece çalışırken sorun yaşamazsınız. Karar mekanizmalarına oynuyorsunız o zaman oyunun belli kuralları var. Ben medyada hep serbest çalıştım. Hiçbiryerde 212'ye tabi olarak çalışmadım. Böyle olunca oradaki ağın içine girmiyorsunuz. Böyle çalışmama rağmen, Yeni Yüzyıl'da faal gazetecilik yapmaya başlayıp, sosyal bilimci yönümü de kullanarak ciddi konulara eğilince hemen dikkati çektim. Kadın olarak sorunlar yaşadım. Bir etki alanı oluşturuyorsanız, beğeni topluyorsanız, bu rahatsız ediyor ve olumsuz tavır görüyorsunuz. Nitekim şimdi bu yüzden hiçbiryerde yazmıyorum.

Yeni Binyıl'ı siz mi istemediniz?

Hayır beni çağırmadılar. Bundan sonrada daha iyi bir gazete yapmak gibi bir derdi olmayan medyada çalışmak istemiyorum. Görsel medya ve internette birşeyler yapmak istiyorum.

Sizin yaşadıklarınızdan Türk medyasının seksist, özellikle kadınlar aleyhine cinsiyet ayrımcısı olduğu yolunda bir sonuç çıkarılabilir mi?

Evet çıkarılabilir. Benim başıma gelenlerde bilgimle ve işimle ilgili bir konuya atıfta bulunulmadı. Hep kadın olmam üzerinde duruldu. O kadar seksist bir bakış açısı varki, sadece belden aşağı vurmayı tercih ediyorlar.

STV'de güncel siyasi program yaptınız. Şimdi siyasi programı bırakıp daha sosyal içerikli bir programa başladınız. Kadınların medyada hep daha maganzinel, iktidarı talep etmeyen programlara kaydırıldığı eleştiriyorsunuz. Program formatını bu şekilde değiştirmek, eleştirinizle çelişmiyor mu?

Ben o tür diye görmüyorum. Yaptıklarınız bir iktidar alanı oluşturuyor. Toplumda bir karşılık buluyorsunuz ve medyanın bazı önemli isimleri bundan rahatsız oluyor. Örneğin Yeni Yüzyıl'da siyasi yazı yazmama hep karşı çıkıldı. Siyasi yazı yazdığımda da gördümki objektif olmak o noktada çok kişiyi rahatsız ediyor. Siyaset herkesin kilitlendiği ve açmaza girmiş bir kurum. Yeni bir açılım getirmeniz çok zor. O programları çok yaptım. Artık insanlara bu tür programların sıcak gelmediğini gördüm. İnsanlar daha sıcak konular arıyorlar, bilgilendirme, yönlendirme ve duygusallık istiyorlar. Siyaset hiçbir duygu vermiyor. O nedenle daha sosyal içerikli program yapmaya başladım. Şimdi daha hızlı feed-back alıyorum. Toplumun herkesimi ilgi gösteriyor. Bu benim için daha hoş. İnsanlara ruh ve heyecan vermek çok güzel. İnsanların bendeki coşkudan hoşlanmaları dikkatimi çekiyor. Siyasi program yaptığımda da benim merak ve heyecanımdan dolayı programlarım daha heyecanlı oluyordu. İnsanlara değer verirseniz, yapalım da bitsin diye bakmazsanız daha güzel şeyler ortaya çıkıyor. Güzel ve olumlu şeylerin, insani erdemlerin halen var olduğu söylüyorum. Ben böyle bir misyon yüzünden sosyal içerikli programları seviyorum.

Yani profesyonel bir çalışmayı amatör ruhla gerçekleştiriyorsunuz.

Her zaman öyle. Benim için asılolan amatörlüktür.

Aynadaki kadınlar gözlemediğim kadarıyla çok ilgi görüyor. Ekrana yansıyan portrelerin sıcaklığı ve bizdenliği insanları etkiliyor. Siz sadece elit kesimlerde ve feminizm olgusu çerçevesinde tartışılan kadın kavramına Anadolu kadınlarını da katıyorsunuz. Anadolu kadını ile ilgili ilginç gözlemleriniz var mı? Aynadaki kadınlar Türkiye'de bir ilk. Türkiye'de girişimci kadın üzerine bir araştırma ve çalışma yok. Bununla ilgili bir görsel malzeme toplanıyor ve arşiv oluşuyor. Hem çalışan hemde girişimci kadınları yapıyorum. Anadoludaki kadın değişiyor. Kendi sentezini yaratıyor. Şimdi kadın konusu Avrupa'da denklik noktasında tartışılıyor. Kadın hem çalışsın hemde ev kadınlığı özelliklerini korusun diye tartışılıyor. Anadolu'da ise kendi kendine böyle bir tarz oluşuyor. Kadınlar hem eş olarak herşeyi yapıyorlar hem anneliklerini yapıyorlar. Çalışan kadınların %95'i çocuğu için çalışıyor. Aralarında girişimci kadınlar var. Bizde girişimci kadın denilince akla ailelerinden kalan sermayeyi işleten kadınlar akla geliyor. Aynadaki kadınlar bunu yıktı. Onlar kendi sermayelerini kendileri üretiyor. Bu çok önemli bir olay. Bunlar Türkiye'nin yükselen bir dalgası. Anadolu kadını böyle bir sentezi gerçekleştirmiş durumda. Bütün rolleri belli bir dengede götürüyor. Eşlerde kadınları ile gurur duyuyor. Önceleri soğuk baksa da daha sonra onun başarısını görünce destek veriyor. Erkek ve kız çocuklarını ayırmıyorlar. Kız - erkek rolleri daha da uygarlaşıyor. Ben anadolu da ilginç bir kadın prototipinin doğduğunu düşünüyorum. Bunlar Türkiye'nin kendi doğal burjuvasizidir. Dipten gelen bir değişim dalgası var.

Siz sürekli Anadolu'nun çeşitli yerlerinde konferanslar veriyorsunuz. Hep kadınlar mı sizi dinliyor?

Hayır değil. Ben sadece kadın konferansı vermiyorum. 2000'li yıllarda Türiye konulu konferanslar veriyorum. Dünyadaki trendler ve Türkiye'nin durumunu anlatıyorum. Konuya olumlu açıdan bakarak yeni konseptleri anlatıyorum. Olumsuz tespitleri herkes yapıyor. Biz de ne yapacağız sorusunun karşılığı yok? İnsanlar buna ilgi gösteriyor. Anadolu da birde öğretim üyelerinde dahi kadın konularında önyargı var. Bu durumda dünyaya uyum sağlayamayız. Bunu sivri dilli ve sertbir üslupla söylüyorum. Erkeklerin biraz canını yakıyor bu sözlerim. Ama en sivri sözlerim bile Anadolu kadınında kabul görüyor. Kadınlar değişime çok daha açık. Birde mağdur durumdalar. Erkekler ise öğrendikleri kuralları ve elde ettikleri kolay statüyü tartışmak istemiyorlar. Bunu bir iktidar sorunu olarak görüyorlar. Bu bir iktidar sorunu değil ama paylaşılması gereken bir iktidar var. Bizim gerek müslümanlıktan, gerekse eski Türkler'den kalma, kadın - erkek arasında bir paylaşma kültürümüz olduğunu düşünüyorum. Kaybettiğimiz bir değeri arama noktasındayım. Bu konuyu konferanslarda tartışmaya açıyorum.

Yaklaşık 5 yıldır Anakültür derneği çatısı altında Anadolu'da sevgi şölenleri düzenliyorsunuz. Hedefiniz nedir?

Sevgi şölenlerinin başlangıcı Güneydoğu'daki töre cinayetleridir. Anakültür derneği olarak töre ve namus cinayetlerine karşı şölenler yapıyoruz. Güneydoğu'da sırf sokağa çıktığı için öldürülen Sevda Gök'ün anısına şölenler düzenlemeye başladık. İlkez 8 mart kadınlar gününde Urfa'ya gittik. Çok ses getirdi. Biz 5 yıldır bunları yapıyoruz ve birşeyleri değiştirdiğimize inanıyorum. 15 yıldır hiçbir yabancının gelmediği, hiçbir şölenin yapılmadığı yerlerde şimdi 8 mart kutlamaları otomatik olarak yapılıyor. Ben sonuç olarak Türkiye'nin kalkınmasına kadının katılımı için çaba sarfediyorum. Kültürel ve sosyal alanda kadını katılımını yükseltirsek birçok sorun çözülecektir. Kadınlar birazda girdikleri ortamı uygarlaştırıyorlar. Kadınları toplumsal hayata katarsak daha uygur bir ortam oluşturabiliriz. Batı'daki ne kadar insan doğu insanıyla ilgilenirse o kadar iyi olacaktır. Bana bir güneydoğulu vatandaş, Batı'da ne varsa biz onu istiyoruz demişti. Bence bu çok önemli. Bunun yapabilmek için oraya gitmemiz gerekiyor. Katılımcı demokrasi ancak bu şekilde oluşabilir.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kadın kimlik arayışında

Özellikle gelişmekte olan toplumlarda aile ve sosyal hayat içinde belirli bir üstünlük elde etmeye çalışan kadın, iş hayatına atılıyor.


Kadın, böylelikle meydana gelen erkekler-bayanlar yarışında, ister istemez kendini baskı ve stres altına atıyor. Bu üstünlük arayışının sonucu ise mutsuz bir aile ve peşinden gelen boşanmalar oluyor.

Kadının iş hayatına atılırken belirli bir kimlik arayışında olduğunu ifade eden sosyal psikolog Doç. Dr. Ayşegül Eker, kadının, günümüzde aileden gelen kimliğinden ziyade sonradan kendi kazanacağı sosyo-ekonomik mevkiyi tercih ettiğini belirtti.

Bir çok boşanmaların kadının kimlik arayışından ileri geldiğini öne süren Eker, içine girilen kimlik arayışının eğitimle giderilebileceğini savundu. Böyle bir problemin aile ve sosyal hayat içinde yaygın eğitim denilen davranışlarla çözülebileceğini söyleyen Doç. Dr. Eker, "Özellikle aile içinde sosyal normlar dengeli kullanılmalı. Cinsiyet ayrımına girmeyip erkek ve kadın birbirine yardımcı olmalı. Erkek, gerektiğinde kadını desteklemelidir" dedi.

Statüsünün gerektirdiği beklentileri vermeye çalışan kadın, aile hayatındaki vazifelerini de yerine getirmeye çalışınca değişik problemler doğuyor. Kadının içine girdiği değişimle birlikte değişimin sıkıntılarını da yüklenmeye çalıştığını öne süren Doç. Dr. Eker, şunları söyledi:

"Kadın 'Benim de haklarım var' diyerek kendi kavgasını veriyor. Böylelikle girdiği iş hayatında büyük sıkıntılar yaşıyor. Çünkü sosyal bir gerçek olarak evi ve çocukları var. Onları da ihmal etmemeli."

ÇALIŞAN KADININ YÜKÜ ÇOCUKLARA

İş hayatına atılan kadının önündeki en önemli mesele çocuklar ve ergenlik dönemindeki gençler. Annenin çocuğuna daha fazla zaman ayırıp gerekli ailevi eğitimi vermesi gerektiğini söyleyen Doç. Dr. Eker, şöyle devam etti:

"Kadın, iş hayatına atılmışsa, çocuğunu gönderdiği rehberlik merkezleri ve anaokulları çok seviyeli olmalıdır. Fakat, herşeye rağmen, çocuğa verilmesi gereken asıl mesajı anne vermelidir. Çünkü anne eğitimi çok önemlidir ve temeli oluşturur."

Çalışan kadınlar mutlu değil

Ailenin insanlığın gelişme göstergesi olduğunu belirten SSK Hastanesi Asabiye Klinik Şefi Dr. Mehmet Yavuz, çalışan kadınların yorgun, bitkin ve sinirli olduğunu söyleyerek bu kadınların eşlerine, çocuklarına ve topluma karşı tahammülsüz ve hoşgörüsüz davrandıklarını kaydetti.


Dr. Yavuz, toplumun sağlıklı nesiller yetiştirebilmesi için kadınların çalıştırılmaması gerektiğini önemle vurguladı.

ÇARE: KADINI

ÇALIŞTIRMAMAK

Bazı ailelerde kadınların maddi güçlükler karşısında çalışması veya yaptığı tahsil sonucunda mesleğini devam ettirmesi zorunluluğunun doğduğuna dikkat çeken Dr. Mehmet Yavuz, "Feminizmin savunucuları, sığınma evleri ve vakıflar, kadınlara şirin görünmeye çalışıyor. Çare, kadını çalıştırmamaktır. Ancak tamamen eve kapamak da olmaz. Çalışmak isteyen kadınlarımız, rahat bir iş ortamında hemcinsleri arasında çalışabilmeliler" şeklinde konuştu.

Büyük şehirlerde kadının yorgunluğunun daha da artmakta olduğunu ifade eden Dr. Yavuz, çalışan kadının işiyle evi arasındaki mesafenin uzak olmasının, evdeki işlerin aksamasına yol açtığını; topluma, eşine ve çocuklarına karşı tahammülsüz, hoşgörüsüz ve sinirli bir varlık haline geldiğini kaydederek toplumun temel esaslarından birisi olan kadınların bu durumunun toplumu derinden sarstığını dile getirdi.

KREŞ VE YUVALAR DA

YAPILMALI

Halkın cami ve okul yaptırma konusundaki ilgisine kreş ve yuvaların da eklenmesi gerektiğine değinen Dr. Mehmet Yavuz, "Toplumumuzun temel dinamiklerinden en önemlisi olan kadınlarımız mümkün olduğu kadar çalıştırılmamalıdır. Çalışan kadınlarımız çocuklarına, eşlerine ve topluma karşı asabi ve tahammülsüz oluyorlar. Bu durum karşısında çocuklarını yabancı kreşlere göndermek zorunda kalan anne ve babalar toplumun çekirdeği olan çocukların yanlış ellerde büyümesine de sebep olacaklarından dolayı toplumun geleceğini büyük tehlikeye atıyorlar. Cami, okul yaptırma gibi kutsal davranışları olan halkımız mahallelerinde, çalışmayan veya emekli olan kadınlarımızla el ele vererek oluşturacakları kreşlerde hem çocuklarımıza dini ve milli değerlerimizi öğretebilirler, hem de çalışmak zorunda kalan anne ve babaların gönlü rahat olabilir" şeklinde konuştu.

9 Ocak 2011 Pazar

Paris'in tuvaletleri

Oh be, nihayet asıl konuma dönebildim.


Yemin ediyorum, bir haftadır bu konuyu yazmaya çalışıyorum, hayat bir sürü engel çıkarıp duruyor önüme.


Ama bakın bir şeye dikkatinizi de çekeyim.


Bir şeye söz verdim mi bunu da mutlaka yapıyorum. Sadece sözümün zamanlaması biraz...


Nasıl desem ki, işte biraz geniş yorumluyorum bu işi.


Yani ben birisine ‘‘Birazdan geliyorum, beni bekle, sakın bir yere ayrılma’’ dersem, bilin ki bunu beş altı yıl içinde kesinlikle yerine getireceğim demektir.


Ölürüm de sözümden dönmem falan filan.


***


Herhalde Paris, dünyada sokaklarında en fazla otomatik paralı tuvaleti olan şehirdir.


Bunlardan sokağa New York'ta da koymaya çalıştılar, birkaçı anında çalındı ve bir daha katiyen bulunamadı.


Yetkililer, bir hırsızın neden otomatik tuvalet çalmak isteyebileceğini bir türlü anlayamadılar, ama yine de hırsızlık olayları tekrarlanmasın diye bu deneyden vazgeçtiler.


Büyük ihtimalle New York'ta çalınmış bulunan bu tuvaletler de Fransa'ya karapara aklama yoluyla ithal edilip Paris'te kurulmuş olmalılar.


Otomatik paralı tuvalet işi Paris'in gündelik yaşamına öylesine girmiş ki, yol gösteren lehvaların altında en yakın yuvaletin ne kadar uzaklıkta olduğunu işaret eden levhalar da var.


***


Bu tuvaletler uzay aracına benziyorlar.


Benim bilebildiğim kadarıyla insanın bir küçük bir de büyük tuvaleti vardır. Ancak bu otomatik tuvaletlerin üzerinde nedense 10 küsur kadar düğme var.


Ve Fransızlar, memleketlerine gelen her turistin en azından kendileri kadar Fransızca bilmesi gerektiğine inandıkları için bu tuvaletlerin üstüne gayet tabii ikinci bir dilden açıklama da koymamışlar.


Böylece zaten ürkütücü olan bu tuvaletler daha da korkunç bir hal alıyorlar.


Bir şey daha fark ettim.


Bizim Türkler'de, bu tuvaletlere girdikleri zaman bir daha çıkamayacakları korkusu mevcut.


Aslında bunlara bence girebilmek imkánsız, çıkabilmek değil. Çünkü bunlar akıllı tuvaletler ve bir insanı ben eminim ki en fazla 20 dakika sonra zorla da olsa dışarıya fırlatıyorlardır.


Ancak bizim 10 kişilik grupta 8'i ‘‘Girersek bir daha çıkamayız, neme lazım’’ diyerek çatlamak pahasına da olsa bu aletlerin içine girmediler.


Biliyorsunuz, Freud amca tuvalet eğitimi döneminde insanların psikolojik geleceklerinin büyük oranda oluştuğunu söyler. Yoksa bu Jung muydu?


Neyse ne, işte onlardan bir tanesi bunu söylemişti. Eğer bu teori doğruysa, Türkler'in durumu gerçekten çok ama çok vahim.


Tuvalete girince içeriden bir daha çıkamayacağına dair korku, inanılmayacak derecede vahşetle dolu bir çocukluk dönemine de işaret etmektedir.


Benden söylemesi, isteyen inanır. Üstelik yukarıda da belirttiğim gibi nüfusun yüzde 80'i bu vahim durumda.


***


Paris'te sokaklarda neredeyse her 10 adımda bir tam otomatik tuvalet bulunmasının nedeni, özellikle kapalı mekánlardaki tuvaletlerin durumu görülünce net olarak anlaşılıyor.


Çeşitli bar, kafe ve lokantalarda tuvalete gittim.


Paris'te iç mekánlardaki tuvaletler, 7 cüceler masalındaki cücelerin gündelik kullandıkları ve büyük ihtimalle onlara bile dar gelen tuvaletler kadardılar.


Gülliver de büyük ihtimalle parmak insanlar adasına gittiğinde bu tuvaletlere ilk kez orada rastlamıştı.


Paris'teki tuvaletler o kadar küçüktü ki, fermuarınızı açabilmeniz için yetecek kadar bile serbest alan yoktu.


Tabii bu darlık birçok, burada anlatamayacağım kadar nazik, stratejik sorunlara da neden oldu.


Kadınlar ise bunların içinde ne yaptılar bilemiyorum, bunu sormaya bile korktum.


Anladığım kadarıyla evlerde de tuvaletler çok küçük, çünkü Fransızları anlatan ‘‘French or Foe’’ adlı kitapta, hem misafirliğe gittiğinizde ev sahibine ‘‘sarı renkte’’ çiçek götürmemeniz (bu ev sahibesine ‘‘kocan seni aldatıyor’’ mesajı vermek olarak algılanırmış) ve mümkünse tuvaleti de kullanmamanız tavsiye ediliyor.


Sarı çiçek meselesini anlamadım, ama gidip gördüğüm için tuvaletler konusunda almış oldukları tedbiri gayet iyi anlıyorum.

Müslüman kadın hakkında

İNSANLARIN, bilgi ve ahlak yoluyla manevi olarak zenginleşmeden ziyade, madde yoluyla dünyalık bir zenginleşmeyi düşündükleri bir zamandayız.


Bunun üzüntüsünü yaşayan ve bu yaranın tedavisi için elinden geleni yapan, tüm hanımlara bu konuda örnek olabilecek bir hanım, bu haftaki konuğumuz...

MÜSİAD Başkanı Erol Yarar'ın annesi, 68 yaşındaki Münire Yarar, köşesine çekilmiş, torun torba sahibi birçok nineyi hatta gençliğinin verdiği enerjiyle dolu birçok genç hanımı bile imrendirecek kadar faal bir hanım...

Kendisiyle Müslüman bir kadının aile ve toplum içindeki yeri hakkında görüştük.

- Öncelikle toplumun çekirdeği olan aile içinde Müslüman bir kadının pozisyonundan bahseder misiniz?

- Bir ailenin saadetinin temini için çok gerilere gitmek gerekir. Bir anne baba evlenirken hangi gaye ile evlendiler? Hatta gençler evlenmezden önce hangi gaye ile yetiştirildiler? Bunlar çok önemlidir. Sen evleneceksin, kocan kazanacak, yiyeceksiniz, gezeceksiniz, arada bir çocuk olursa biz de yardım ederiz, üzülme, büyür gider.. gibi çocuğu orta plana iten, dünyanın zevklerini ön planda tutan bir düşünce hakimse, iş baştan bozulmuş demektir. O zaman kadın ve erkek, "Ben bu evlilikten ne kazanırım?" diye düşünür. Yaptıklarının karşılığını bekler, alamadığında ise ezildiği fikrine kapılır. Oysa yuvayı, Allah rızası için kurmak şarttır. Bu rıza gözetildiğinde bir kadın yaptıklarının karşılığını göremese bile, ezildiğini düşünmez. Kendi vazifesini yerine getirmenin huzuru ile yaşar. Bu her olayda böyledir. İnsan hayatı imtihanlarla doludur. Bize düşen vazifemizi yerine getirip, sabretmektir.

- Bugün bir Müslüman kadın topluma her yönüyle örnek olmalıdır, diyoruz. Gündelik yaşamdaki örneklerle bunu açabilir misiniz?

- Bizdeki aile düzeni hızla değişiyor. İnancımıza en uygun yaşamaya çalışan ailelerde bile bence çok önemli bazı ilkelere hiç özen gösterilmiyor. İsraftan kaçınmak, yabancı mamullerden ziyade, yerli ürünler kullanmak bunlardan sadece birkaçı.

Evin döşemesinden tutun, giyime kadar israf ve yabancı ürünlere rağbet had safhada. Bir sünnet veya düğün merasiminde milyarlar harcanıyor. Yer gök çelenkle doluyor. Bunların biz Müslümanlar tarafından yapılması çok acı.

- Peki bir annenin, çocuğun eğitimine katkısı nedir?

- Bence yuvanın kuruluş sebebi çocuktur. Ve çocuk eğitiminde anne, başrolü oynar. Anne evlenmezden önce bu role hazırlanmalıdır. En başta çocuğun, kendinden sandığı kadar çok şey istemediğini anlamalıdır. Ona iyi imkanlar sağlamak, onu iyi giydirmek, iyi okullarda okutmak tabii ki önemlidir. Ama bunları sağlayayım derken, çocuğun en çok istediği şeyi, sevgiyi ve muhabbeti ihmal ederse sonuç felaket olur. Bir çocuğa anne babanın vereceği en bedava ve en değerli şey şüphesiz sevgi ve muhabbetidir. Başta Allah sevgisi olmak üzere kendi sevgi ve muhabbeti, çocuk için tartışmasız en yararlı ruhi vitamindir. Ayrıca anne, çocuğa, Allah'tan başka kimseye güvenmemesi gerektiğini aşılamalıdır. Yukarıda saydığım ilkelere önce kendi uyması, sonra bu yolla ona örnek olması gerekir. Meselâ onları çeşit çeşit oyuncak, marka marka giysiye alıştırarak israfa yol açmayın. Onlara küçük yaştan ibadet, yerli malı kullanma, doğru sözlü olma gibi alışkanlıklar kazandırın.

- Bir de anneanne olmuş, babaanne olmuş köşesine çekilmiş hanımlar var. Siz onların aksine süratle çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. Çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

- Ben Müslüman kadın uyanık olmalıdır, diyorum. Etrafımızda birçok hadiseler oluyor. Üzerimizde çeşitli çıkar gruplarının oyunları oynanmak isteniyor. Ancak kadınlar günlük olayları yeterince takip edemiyorlar. Önce kendimde gördüğüm bu eksikliği gidermek için, şuurlu bir Müslüman kadının da herşeyden haberdar olması gerektiğine inanarak tek sayfalık bir yayın hazırlamaya başladım. Çeşitli gazeteleri toplayarak, önemli gördüğüm mevzular hakkındaki yazıları keserek hazırladığım bu yayını, tüm Anadolu kadınlarına dağıtmaya çalışıyorum.

Bence evde oturan bir hanım; Gümrük Birliği, patrikhane meselesi, bir başörtüsü hadisesi hakkında kısa ve öz bilgi sahibi olmalıdır. Benim de amacım bunu gerçekleştirmek. Bunun dışında hayatlarında belli bir dönemi geride bırakmış hanımlardan oluşan Sonbahar Girişim Grubu adıyla kurulmuş bir gruba başkanlık yapıyorum. Anneanne ve babaannelerin kendileri ve toplum için yapacakları daha çok şeyin olduğuna inanıyorum.

- Son olarak hanımlara neler söylemek istersiniz?

- Boş duran insan kötü fikirler üretir. Bu fikirleriyle gelinine, damadına, komşusuna, eşine, kendine zarar verir. Bu yüzden hanımlar en dolu oldukları, çocuk yetiştirdikleri dönemlerinde bile en ufağından da olsa bir sosyal faaliyete katılmalı, kendini ileriki yaşlara hazırlamalıdır. İslam'da cemiyete hizmet şarttır. Hadis-i şerifte bile "İçinizden en hayırlınız insanlara en hayırlı olanınızdır" buyuruluyor. Demek ki bir insanın hayırlı olması, evinin, yuvasının dışına çıkabilmesidir. Bu safhada hepimize çok işler düşüyor.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Strese çözüm: Aile ortamı

Gelişen teknoloji, yoğunlaşan ve insanı bunaltan şehir hayatı ile azalan insanî ilişkiler hiç şüphesiz ki beraberinde stresi hayatımızın bir parçası haline getirdi.


Artık günümüz insanı, özellikle büyükşehirde yaşamak zorunda olanlar stressiz bir hayattan ziyade stresle beraber nasıl yaşayacaklarını düşünüyorlar. Gerek iş gerekse aile hayatında yüklendiğimiz bir takım vazifelerden doğan stresin kontrol edilmesi için stresi ve stresi meydana getiren olayı iyi tanımlamak gerekmektedir.

İŞYERİNDE STRES

İşyerinde stres ve stresi önleme yolları ile ilgili görüşlerini aldığımız Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Mütehassısı Dr. Mecit Çalışkan, "İşyeri ortamında gürültü ile yaşıyorsanız ya onu kabul edip katlanacaksınız ya da sizi devamlı rahatsız ettiğini düşüneceksiniz. Gürültünün devamlı rahatsız ettiğinin düşünülmesi halinde stresin daha fazla olacağı ise kesindir. Zira o düşüncenin devamlı beyni meşgul etmesi stresi doğuracaktır. Aynı ortamda gürültünün yok olduğunu hissettiğinizde bir rahatlama hisseder ve aslında stres altında çalıştığınızı o zaman anlarsınız" dedi. Dr. Çalışkan, işyerlerinde insan davranışlarına yansıyan stres işaretlerini ise, çalışma ahenginin bozulması, şikayetlerin başlaması, üretkenliğin düşmesi şeklinde açıkladı. Stresle başedebilmenin ise rahatlama, gevşeme teknikleri, solunum egzersizleri gibi metodlarının olduğunu söyledi.

Stres meydana getiren bir işte çalışan aile reisinde sinirlilik, sıkıntı, gerginlik, dinlenmekle geçmeyen yorgunluk, karamsarlık, saldırganlık ve kayıtsızlık gibi hallerin görülebileceğini söyleyen Çalışkan, aile reisindeki bu halin tüm aile fertlerine de yansıyabileceğini ifade etti. Çalışkan böyle gergin bir ortamdan da en fazla çocukların etkileneceğini belirtti.

STRESTE TEDAVİ

Dr. Mecit Çalışkan stresin en güzel tedavi şeklinin ise sevgi, saygı, hoşgörü gibi güzel duygularla kurulmuş ve bu duyguların yaşandığı bir aile ortamında olduğunu, bu türden duygulardan yoksun bir aile ortamının ise işyerinde veya ev dışında oluşan stresi körüklediğini ifade etti. Aile fertlerinin kavgasız, tartışmasız konuşmalarının ortamın gerginliğini azalttığını, konuşmamak, küsmek veya ilişkileri koparmanın ise gerginliği tırmandırdığını belirtti. Çalışkan, ev ortamında annelerin baba ile çocuklar arasında bir tampon vazifesi gördüğünü, eve stresli dönen bir babanın stresini azaltmada en önemli görevin eşe düştüğünü, bir güleryüzün veya söylenen güzel bir sözün gerginliği bir anda alıp götürebileceğini sözlerine ekledi.

STRESLE BERABER YAŞAMAK

Gelişen teknoloji, yoğunlaşan ve insanı bunaltan şehir hayatı ile azalan insanî ilişkiler hiç şüphesiz ki beraberinde stresi hayatımızın bir parçası haline getirdi. Artık günümüz insanı, özellikle büyükşehirde yaşamak zorunda olanlar stressiz bir hayattan ziyade stresle beraber nasıl yaşayacaklarını düşünüyorlar

Hastanelerde kadına eziyet

Kadın hastalıklarından şikayeti bulunan bayanların, bayan doktora daha rahat açılırım talebleri olumsuz tepkilerle karşılanıyor.


Bu konuda olumsuz cevapla karşılaşan kadın hastalar hastaneden ya geri dönüp gidiyor, ya da erkek doktorlara derdini tam anlatamayarak yanlış teşhiş konulmasına sebep oluyor.

MUHAFAZAKARLAR

DIŞINDA DA TALEP VAR

Kadın hastalıklarında kadın doktor talebi konusunda görüşünü bildiren Refah Partisi'nin doktor kökenli Tokat Milletvekili Fevzi İnceöz, muhafazakar denilen insanların dışında bile böyle bir talep olmasının manidar olduğunu belirterek, "Onların da arzu ettikleri bayan doktordur" diye konuştu. İnceöz, doktorluk döneminde de bu talebi bizzat müşahade ettiğini vurgulayarak, "Bu talebi kınayan insanları biz de kınıyoruz. Konu sadece dini boyutlu değil, hastanın psikolojisi ile ilgilidir" dedi.

KADIN HASTALIKLARINDA KADIN DOKTOR AZ

Bayan doktor talebinin karşılanmamasının şu andaki sistemin çarpıklığından kaynaklandığını söyleyen İnceöz, "Bayan kadın doğum uzmanı sayısı maalesef az. Bunun sebebi ise başvuru azlığı değil, ihtisas veren müesseselerde dolaylı yollarla yapılan engellemelerdir" diye konuştu. Bayan doktorların talebinin de fazla olmasına rağmen fakültelerin kadın doğum kürsülerinde akademik kariyere yükselenlerin sayısının çok az olduğunu belirten İnceöz, "Bayan doktorlar talebelik dönemlerinde, eğer kadın doğum uzmanlığını seçerse ihtisaslarının (gayriresmi olarak) zorlaştırılacağını biliyorlar" dedi.

BUNLAR 1940 ZİHNİYETİ

Bir vatandaşın muayene için gittiği Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde doktorlara, "İlk kez geliyorum. Bayan doktora muayene olmak istiyorum. Ona daha rahat açılırım" şeklindeki ricasına karşılık, "Bu işin ilki sonu olmaz", "Özel muamele mi istiyorsun?" şeklinde tepkilere maruz kalmasına tepki gösteren Tokat Milletvekili Dr. Fevzi İnceöz, "Bunlar 1940 zihniyetidir. Bu konuda esas yobazlığı onlar yapmaktadırlar. Tıbbın da, insanlığın da, demokrasinin de gereği hastanın istek ve psikolojik durumlarının gözönüne alınmasıdır" diye konuştu. İnceöz, ancak hayati bir durum sözkonusu iken bayan doktor ısrarının dinimizce de uygun olmayacağını kaydederek, "Ancak şu andaki sistem yanlış işliyor" dedi.

HASTANIN SEÇME HAKKI VARDIR

Özellikle bizim toplumumuzda kadınların bu konuda daha hassas olduğunu söyleyen Pedagog Gürol Vural ise, "Doktorlar, hastanın psikolojik durumunu gözönünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde hastanın fiziki rahatsızlığını tedavi etmek isterlerken, diğer yandan hastayı psikolojik rahatsızlığa sevkedebilirler" dedi. Vural, hastanın seçme hakkı olduğunu belirterek, "İnsan sağlığı ile ilgilenen doktorlarımızın bu talebi tepki ile karşılamasının anlaşılır bir yanı yoktur" diye konuştu. Öte yandan Psikolog Necati Mertoğlu da, hastanın talebine rağmen erkek doktor verilmesinin hastanın rahatsızlığını açık bir şekilde anlatamamasına ve sonuçta doktorun yanlış teşhis vermesine yolaçılabileceğine dikkat çekti.

DOKTORLARDAN ANLAYIŞ

Hastanelerimizin kadın hastalıkları bölümünde bayan doktor tarafından muayene edilme talebine tepki gösterilmesi bazı olumsuzlukları beraberinde getiriyor. Uzmanlar toplumumuzun hassas olduğu bu konuda doktorların anlayışlı davranmaları gerektiğini, aksi takdirde hastaların tedavi olamadan geri döndüğünü veya derdini açıklıkla anlatamaması sonucu yanlış teşhis konulabileceğini uyardılar

PSİKOLOJİK DURUM ÖNEMLİ

Pedagog Gürol Vural, "Doktorlar, hastanın psikolojik durumunu gözönünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde hastanın fiziki rahatsızlığını tedavi etmek isterlerken, diğer yandan hastayı psikolojik rahatsızlığa sevkedebilirler" dedi. Vural, hastanın seçme hakkı olduğunu belirterek, "İnsan sağlığı ile ilgilenen doktorlarımızın bu talebi tepki ile karşılamasının anlaşılır bir yanı yoktur" diye konuştu.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Strese gerek yok! Çalış yeterli

Stres sözcüğü, hemen her gün sıklıkla kullandığımız kelimelerin başında gelir oldu. Özellikle öğrenciler için sınav kavramı stresle neredeyse eşanlamlı.


Esasında ise stres, iç ve dış ortamlardan kaynaklanan etkenlerin bedenimizde ve psikolojimizde oluşturduğu değişikliğin adıdır. Huzursuzluk, aşırı kaygı ve telaş, uykuda diş gıcırdatma, dil sürçmeleri, baş dönmesi, baş ağrısı, tahammülsüzlük, dalgınlık, sık hata yapma, performans düşüklüğü gibi belirtilerle kendini gösterir. Peki stres her zaman zarar verici midir? Genel yargının aksine, az miktarda ve kontrol edilebilir düzeydeki stres, hayatın kaçınılmaz parçalarından biridir. Buna "olumlu stres" de denilebilir; çünkü motivasyonumuzu artırır. Fakat aşırı düzeyde ve sürekli yaşanan stresin önüne geçilmezse doğuracağı sonuçlar hayatımızı felç edebilir. Bu "olumsuz stres"; ülser, alerji, kalp tansiyon, romatizma guatr, sivilce ve hatta beyin kanaması gibi hastalıkları tetikleyebilir. Çevrenizde olur olmaz her olay karşısında streslenen, sürekli yakınıp duran insanlar vardır. Aslında bu durum bize stresin kişiliğimizle de alakası olduğunu gösterir. Tıpkı şu hikayede olduğu gibi: "Sürekli şikayet edip duran ve karamsar tavırlar sergileyen talebesini gözlemleyen bilge, bir gün bir avuç tuzu alır, bir bardak suyla karıştırarak talebesine içmesini söyler. Bir yudum içmesiyle çıkarması bir olan öğrenci neden içmediğini soran bilge adama 'çok acı' cevabını verir. Daha sonra gölün kenarına giderler. Bu kez bilge adam bir avuç tuzu göle atar ve gölden bir bardak su alarak talebesine içmesini söyler. Talebe bu defaki suyun tadının 'çok nefis' olduğunu görür. Aslında bilge adam talebesine şunu anlatmaya çalışmıştır: 'Zorluklar bir avuç tuz gibidir, duygularınla geniş karşılarsan sana zararı değil, faydası dokunur.'... Kişiliğimizi geliştirirsek eğer, stresle mücadelede daha başarılı oluruz. Gelelim sınav stresine. Normal düzeydeki sınav stresi bizi çalışmaya motive eder. Fakat aşırı boyutlara ulaştığında, 'sınavı başaramama düşüncesi', 'başarısızlık duygusu'na dönüşmüş demektir. Kaygı düzeyi arttıkça, vücudumuzun salgıladığı stres hormonu düzeyi de artar. Gereğinden fazla salgılanan stres hormonu öğrenme yeteneğimizi geriletir. Bu öğrenememe problemi, kaygımızı yeniden artırır. İşte bu kısır döngüyü kırmak için yapmamız gerekenleri Mahatma Gandhi şöyle ifade ediyor: "Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür, duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınız alışkanlıklarınıza, alışkanlıklarınız değerlerinize, değerleriniz karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin, 'kader'inize dönüşür."... 'Başarısız olursam' gibi olumsuz cümleleri sürekli kullanmayın ki başarısızlık kaderiniz olmasın. Stresimizi normal seviyeye çekebilmek için şu noktalara dikkat etmek işe yarayacaktır: Beslenme ve uyku düzeniniz olsun ve en iyi negatif elektrik alıcısı olan su ile temasınızı artırın. Ayrıca yapılan araştırmalara göre inanç ve duanın stresi azaltmada önemli bir etken olduğu tespit edilmiş. Dolayısıyla pozitif telkin mahiyetinde olan dua etmek de işe yarayacaktır.

*Rehber Psikolojik Danışman FATMA YAŞAR

Kadının eğitimi

Anne eğitimi ülkemizde henüz yabancı bir kavram.


Daha gerilere gidildiğinde bu kavramı dolduran, bütünleyen unsurların bütünü ile mevcut olduğunu görebiliriz. Ancak günümüzde her konuda olduğu gibi bu konuda da bir boşluk, yahut da bir kaos yaşandığını müşahede ediyoruz. Öncelikle günümüzde kadını, içinde bulunduğu işe yaramaz ve sadece tüketici görme sendromundan kurtarmak zorundayız. Çalışmayan kadın içindeki eziklik kompleksinden kurtarılmalı, kendine güven duygusu geliştirilmeli ve annelik görevine severek, gurur duyarak ve canla-başla sarılması sağlanmalıdır. O kendisine reva görülen yanlış uygulamaları protesto ve ne kadar önemli olduğunu ispatlamak amacıyla yanlış kulvarlara girmemeli. Tepkiler etkinin sonucu elbet. Ama kendine güvenini sağlamanın yolu kendinden uzaklaşma olmamalı. Anneliği ve ev kadınlığını angarya olarak görmekten vazgeçmediği ve asli görevinin ulviliğini idrak etmediği sürece o ve yaşadığı toplumun iflah olmasına imkan yoktur. Kendi yavrusunu eğitemeyen, istikbale hazır bireyler yetiştirmeyen kadının toplumun diğer alanlarında yarar sağlaması düşünülemez. Ancak asli vazifesini eksiksiz ve kusursuz icra eyledikten sonradır ki diğer sahalarda yararlı görevler edinmesi mümkün olabilecektir.

Ekonomik şartlar veya dışardan kadına gelen değişik etkiler bir tarafa, çocuğun anneye olan ihtiyacı ve annenin doldurulamayacak yeri bir tarafa konulup bir tercih yapılması gerekse, birinci şıkkı tercihimiz söz konusu olursa ekonomik kayıp ve prestij kaybına bedel anneliğin ikinci plana itilişi gündeme gelir ki bu kayıp ya da zarar asırlara yansıyacak, toplumu sarsacak boyuttadır ve diğerleri ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

Kadın yaptığı işin ve konumunun ne kadar önemli olduğunu anlarsa kendine, yavrusuna ve dünyaya bakış açısı değişecektir. Hadiseleri yeniden kritik edebilecek, doğruya ulaşmanın hazzı ile vazifesini ifa edecektir.

Kadını değiştirmek demek dünyayı değiştirmek demektir. Beşiği sallayan elin dünyaya hükmetmesindeki manayı diriltmenin zor olduğunu ve bunun eğitimden geçtiğini biliyoruz. Cahit Zarifoğlu'nun dizeleri bunu ne de güzel anlatıyor:

Kadını hazırlayınız çocuklara

Erkeği hazır ediniz onlara

Ki günü saati dolunca

Doğurunca

Bin yılı birden doğursun.

4 Ocak 2011 Salı

‘Kadınlar ’için çalışıyorlar

Türkiye'de kadının yaşamının iyileştirilmesine yönelik çalışmalar 19. yüzyılda başlar. O dönemde çıkan dergilerde yer alan kadınlara ait yazılar bunun en güçlü kanıtı. 1975 yılında yapılan ilk kadın konferansı ve onu izleyen konferanslar uluslararası platformda ülkeleri kadın politikalarını gözden geçirmeye zorladı. Kadınlar lehine, Türkiye'nin de taraf olduğu pek çok sözleşme imzalandı; ancak eğitim, sağlık ve istihdam gibi çok temel göstergelere bakıldığında bugün bile istenilen düzeye erişilemediği görülüyor.

Kadınların yaşam kalitesini artırmak, yasalarda kadın–erkek eşitliğini sağlamak, kadınların gelişmelerine yönelik eğitim programlarını yaygınlaştırmak ve okur–yazarlık oranını yükseltmek için çalışan sivil toplum örgütleri, seminer ve ücretsiz kurslarla kadınları bilinçlendirmeye gayret ediyorlar.

Kadın için destek oluşturma grubu

Anne Çocuk Eğitim Vakfı, İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu, Kadın Eserleri Kütüphanesi gibi kurumların da arasında olduğu 11 sivil toplum kuruluşunun 1995 yılında biraraya gelerek oluşturdukları 'Kadın İçin Destek Oluşturma Grubu(KİDOG), kadınların eğitim, sağlık ve hukuksal sorunlarını gidermek için çalışıyor.

Üniversitelerde kadın

Çeşitli üniversitelerin bünyesinde yer alan Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalları, tarih, sosyoloji, hukuk, tıp, siyaset bilimi, iletişim ve sanat gibi konularda kadın duyarlılığını yansıtmayı amaçlayan çalışmalar yapıyorlar. Bünyesindeki kadın akademisyenlerin sayısı, kadın konularında yapılan ders, akademik araştırma ve seminer çalışmaları açısından Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nın farklı ve öncü bir konuma sahip olduğunu belirtmek gerekir. Üniversite bünyesindeki Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) nin hedefleri arasında, kadın sorunlarına karşı duyarlılık geliştirmek, kadınlarla ilgili konularda bülten, dergi ve kitaplar yayınlamak, kadınlar için özel yetiştin eğitim ve güçlendirme programları düzenlemek gibi etkinlikler yer alıyor.

Ankara Barosu kadının yanında

Türkiye'nin ilk ve tek kadın Danışma Merkezi olan Ankara Barosu Kadın Danışma Merkezi, Kadın Hukuku Komisyonunda yer alan 43 gönüllü bayan avukattan oluşuyor. Öncelikli amaçlarını, her tür şiddete uğrayan ve kadın olmaları nedeniyle hal ve hukuk ihlalerine maruz kalan kadın mağdurlara,hukuki ve psikolojik danışmanlık vermek gerektiği takdirde bu mağdurları mahkemelerde savunmak olarak belirleyen dayanışma merkezi çalışanları bu yolla hem demoktarikleşmeye katkıda bulunmayı hem de hak arama özgürlüğünü bu imkana en az erişebilen bir kesim vatandaş için mümkün hale getirmeyi hedefliyorlar. 1998 yılında faaliyete geçen ve açılışından sonraki bir yıl içinde 300 kadının sorununa çözüm arayan merkeze Türkiye'nin hemen her şehrinden başvurular oluyor. Başvuru sebepleri arasında aile içi şiddet yüzde 60'lık bir oranla ilk sırada yer alıyor.

Boşanma ve nafaka davası hakkında bilgi almak için yapılan başvurular yüzde 20, psikolojik yardım almak isteyenler yüzde 10, adli yardım almak isteyenler yüzde 6 oranında sıralanıyor. Merkeze ulaşmak isteyen kadınlar (0 312) 311 51 15 no'lu telefondan Avukat Zuhah Şermet'e ulaşabilirler.

2 Ocak 2011 Pazar

İran'da bir köy

20 yılını İran'da ve köylerde geçiren Avusturyalı antropolog Erika Friedl, bir dağ köyünde yaşayan kadınların öyküsünü anlatır.


Araştırma yapmak için mahallesine bile çıkmayan, 20 yıl aynı yerde tez yaptıran bölümlerin olduğu ülkemizde bu yayınlar önemli diye düşünüyorum. Türkiye ne kendi ülkesindeki araştırmalara ne de komşularımızda yapmamız gereken çalışmalara bir kuruş vermek niyetinde. Kimse de 20 yılını abuk sabuk araştırmalarla harcamayı sevmiyor zaten, koltuk kavgalarında geçen zamanlar daha önemli olduğundan bilimsel konuları boş ver! Üniversitelerdeki çekişmelerin kısırlığı içimi sızım sızım inletmiştir. Çalıntı tezlerde dünya birincisi olmaya aday ülkemizde akademik unvan merakı had safhada elbette. Ama ortada iş yok, merak yok, bilim adamı yok. Dünya listelerinde, makale atıf kategorilerinde görünmez durumdayız. Birçok çevrilen kitabın önünde araştırmacılar kurumlara, kişilere, vakıflara, üniversitelerine ya da devletin think-tank'lerine teşekkürlerini sıralayarak bizim çapsızlığımızın nedenlerine ışık tutuyorlar. Hiç olmazsa...

Kendi dişi tırnağıyla üretene saygı duyulsun dersiniz, o da yok! Bakalım sen bizden misin, değil misin sorgulaması var bu kez de. Hadi bakalım AB'ye girmek için dikdörtgen kafalarımızı bir yerlere vuralım arkadaşlar! İnsanın içi acıyor yazarken bunları. Gelen mailler, şikayetler ve dinlediğim fantastik kıskançlık öyküleri artık sinirimi bozuyor. Bir ömür böyle mi geçer?

İran'da köy yaşamına örnek olarak, araştırmaların akıcı bir dille sergilendiği "İran Köyünde Kadın Olmak" kitabı çok öğretici. Şah'a karşı yapılan ilk gösterilerin, devrim muhafızlarının tarih olduğu ve türkü, şarkı, müzik ve düğünlerdeki dansların devrimin işgüzar memurlarının gelişiyle gençlerin artık yaşamayacağı anılara döndüğü günlerden başlıyor. Köyün tarihinde ilk kez insanlar işsiz güçsüz kalıyor. Son on yılın yeni toplumsal düzeninin kadınlara yeni kapılar açmak bir yana eski kapıları da kapatacağı netleşiyor. "İran'daki kadınlar hiç bu kadar görünmez olmamışlardı." diyor yazar. "Varlıkları tartışılmaz elbet, hatta sessiz çoğunluğu onlar oluşturuyor. Ama neye benziyorlar, ne düşünüyorlar?" gibi sorulara cevap arıyor. İran kadınları hakkında yazarın değerlendirmesi size bizden birilerini hatırlatacak eminim: "Orta sınıf, eğitimli ve Batılılaşmış İranlı kadınların söyledikleri var. Başka herhangi bir kentli gibi bu kadınlar da en az köylerin kendisi kadar eski basmakalıp bir tutumla köylü kardeşlerine acımayla karışık bir küçümsemeyle bakıyorlar: Birçoğuna göre İran kadınlarının büyük kesimini oluşturan köy kadınları pis, aptal, ezilmiş, kafaları batıl inançlarla dolu ve ivedilikle aydınlatılmayı bekleyen bir topluluk". *

O nedenle onlarla yaşayan yazar kadınların tam bir yetkeyle donanmış kişiliklerini, onlar hakkında yazılmış değil, onların yazdığı öyküler olduğunun altını çiziyor. Kadınların kendi konumlarını nasıl gördüğünü anlamak isteği, kültürlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini ve yaşam felsefelerini hem kendi hayatlarını, hem yakınlarındakinin hayatlarını kurarken nasıl kullandıklarını kavramak çok büyük bir deneyim. Bir kadın kahramanın dediği insanın içine ok gibi saplanıyor: "Ancak ölü bir kadın özgür bir kadındır." Bizdeki en yaygın erkek esprisi ile bir yakınlık var aslında: "En iyi kadın ölü kadındır."

Köydeki doğal kültürel ve sosyal ortamı bile harap eden ideolojik İslamcı tavır birçok dramanın da altyapısı sanki. Sevgiler, nefretler, evlilikler, kıskançlıklar, dedikodular ve kaynana-gelin çekişmeleri ne kadar tanıdık gelecek size biliyorum. Kadınların sorunları aşmak için ürettikleri çareler de tanıdık elbette. Kocası Kuveyt'te çalışan Mahrokh'a cevap veren Sara'nın atasözü de ilginç: "Mutlu bir hayat: Yemeğini seçecek bir karının olmaması. Mutlu bir hayat: Cevap yetiştirecek bir erkeğinin olmaması." Köydeki kadınların eleştiri dozları ve cesaretleri inanın çok etkileyici.

Yaşamımız, sonsuz bir karanlıkla bir başka sonsuz karanlık arasındaki bir kıvılcım gerçekten.

(*) İran Köyünde Kadın Olmak, Epsilon Yay.